1915 VE Sonrası TÜRKLER VE ERMENİLER

 (Prof. Dr. Taner TİMUR) 

 

GİRİŞ :

Ermeni sorununun tüm boyutlarıyla tartışıldığı, yerli yersiz uluslar arası arenalara taşındığı, Türk tarihçilerinin “suskunlukla” suçlandığı bir ortamda, Cumhuriyetimizin yetmiş yedinci yılında dahi, bu sorunun ülkemizde hale serin kanlılıkla ele alınmasının çok zor olduğunu esefle gördüğü için, yeterli ya da yetersiz olarak gördüğü bu çalışmasında doğru gördüklerini söylemeye çalışmıştır.

Kitap, Prof. Dr. Taner TİMUR tarafından yazılmış, İmge Kitapevi tarafından, 1 Ekim 2000 tarihinde basılmıştır.

Eserin yazarı hakkında kısa bir bilgi vermek gerekirse;

Taner Timur, 1958 yılında A.Ü. S.B.F.’den mezun oldu. Aynı fakültede asistan alınmasın ardından, 1968 yılında doçentliğe, 1979 yılında profesörlüğe yükseldi. 12 Eylül askeri darbesinden sonra görevinden istifa ederek, çalışmalarını Paris’te sürdürdü. Eylül 1992’de eski görevine döndü. Halen A.Ü. S.B.F. öğretim üyesidir.

1915 ve Sonrası Türkler ve Ermeniler adlı eserini; birbirine bağlı makaleler şeklinde oluşturmuştur. İçindekiler, önsöz, giriş ve anlatmak istediklerini on üç faklı başlık altında toplamıştır.

Önsözünde yazar, eserini kısaca niçin yazdığını anlatmıştır.

Giriş kısmında ise; Şevket Süreyya Aydemirin “ Enver Paşa” adlı eserinde geçen “Ermeni Tehciri” hakkındaki düşüncelerini eleştirerek söze başlamıştır.

 

Yazar diğer bölümleri on üç farklı başlık altında toplamıştır. Her bir makale birbirleriyle bağlantılı ve birbirlerini tamamlayıcıdır.

1915 ve SONRASI TÜRKLER VE ERMENİLER

 

Kitap özetine başlamadan önce yazarın kitabı hangi amaçla yazdığını bilmekte fayda vardır. O yüzden yazarın önsöz bölümümde de değindiği gibi, asıl amacına bakalım.

Ermeni sorununun tüm boyutlarıyla tartışıldığı, yerli yersiz uluslar arası arenalara taşındığı, Türk tarihçilerinin “suskunlukla” suçlandığı bir ortamda, Cumhuriyetimizin yetmiş yedinci yılında dahi, bu sorunun ülkemizde hale serin kanlılıkla ele alınmasının çok zor olduğunu esefle görmektedir. Bunun nedenleri nelerdir? Bizi korkuyla içimize kapanmaya sevk eden, bir “Sevr Psikozu” içinde kolektif savunmaya yönelten düşünceyi nasıl çözümlememiz gerekiyor? Yoksa “Ermeni travması”’nı analize çalışan alaylı psikanalistlerimize paralel olarak bir de “Türk travması”’nı çözümlemek zorundayız?

İnanıyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti dipdiri ve ayaktadır. Bizi zayıf düşüren, bir yabancı parlamentonun tamamen seçim oyunlarına dayanan, o ülkede bile önemli haber niteliği taşımayan utanç verici bir girişimi bir karabasan haline getiren, kolektif korku ve evhamımızdır. Asıl çözümlememiz gereken zaafımızda budur.

Bu kolektif korku nereden kaynaklanıyor? Suçlanan bizler miyiz ve neyle suçlanıyoruz? Amerika birleşik Devletleri komşularına karşı üslerle ve radar cihazlarıyla donattığı bir ülkeye hangi nedenle ve nasıl bir komplo hazırlıyor? Ve bunu tüm şevkimizle bütünleşmeye çalıştığımız Avrupa Birliği hangi nedenlerle taklide hazırlanıyor?

Aslında suçlanan bizler değiliz suçlanan 1913 darbesiyle iktidarı gasp etmiş, tüm muhaliflerini yok etmiş, ülkeyi savaşa ve yıkıma sürüklemiş, milyonlarca Türk’ü –Sarıkamış’ta, Kanal’da, Arap Çöllerinde- ölüme götürmüş ve sonunda hayasızca memleketten kaçmış bir çete yönetimidir. Mustafa Kemal Atatürk’ü bile işine sindiremeyen ve sonunda öldürmeye teşebbüs eden çete!

Atatürk, “O İttihatçılar ki milletin zararına birkaç sene süren kötü idareleriyle ve memleketi içinden güçlükle sıyrılmaya çalıştığı bir uçuruma düşürmek cürümüyle bütün dünyada kıskanılmayacak bir şöhrete sahiptir” dememiş miydi? Eğer bizler, tüm Jön Türk yönetimi ile değil, fakat bu “birkaç senelik” cürüm yönetimiyle hesaplaşmamızı zamanında yapsaydık bugün bu durumda olur muyduk?

Ne yazık ki böyle durumlarda kamuoyumuza, tarihçilere ders veren, fakat tarih bilincinden tamamen yoksun bir zihniyet hakim oluyor. Buna göre yöneten ve yönetilenler, sorumlular ve masumlar, zalimler ve halk gibi ayrımların bir anlamı yoktur. Bir yanda “edebi ve ezeli Türkler”, öte yanda da “edebi ve ezeli Türk düşmanları” vardır. Bu zihniyetle nereye kadar gidilebilir?

Yeterli ya da yetersiz olarak gördüğü bu çalışmasında, sesleri duyulmak istenmeyen daha bir sürü aydınlar gibi bu “travma”’nın dışında kalmaya, doğru gördüklerini söylemeye çalışmıştır.

 

Eserinin giriş bölümünde ise; Şevket Süreyya Aydemir’in “Enver Paşa” adlı eserinin belli bir bölümünde, yazarın Ermeni Tehciri hakkında yazmış olduğu düşüncelerini eleştirerek söze başlar. Ş. S. Aydemir şunları yazmıştır. “1914-1918 Harbi içinde Osmanlı topraklarında ve bilhassa Anadolu ile ona sınır olan bölgelerde, karşılıklı bir imha hareketinin geçtiği bir gerçektir. Fakat milletler ve halklar arasında, tarihin bazen öyle safhaları yaşanır ki, en doğru olan, galiba o safhaları unutmaktır.

Ne var ki herkese “unutma” tavsiye eden Ş.S. Aydemir’in kendisi bazı şeyleri unutmamıştır ve şu yargıda bulunur: “Bu faciada ve Ermeniler aleyhine işleyen çarkların bence en önde gelen sorumlu ve suçluları, Ermenilerin içinde yetişen, fakat coğrafi ve tarihi şartları hiçbir suretle doğru değerlendiremeyen Ermeni yarı aydınları olmuştur.

 

Ş.S.Aydemir yukarıda ki satırları yazarken, Türkiye, İttihatçı ideoloji ye yöntemleri canlandıran 12 Mart cuntası altında yaşıyordu. Ülkede tabu olmuş bir konu hakkında değerlendirme yapmak olanaksızdı. Ş.S. Aydemir gibi geniş ufuklu bir yazarın herkese “unutma” önerirken kendisinin üstelik sorunla çok yakından ilgili bir şahsın biyografisinde, mutlak suçlamalarda bulunmasıdır.

Burada Ermeni tarihçilerin ve aynı istikamette düşünen batılı yazarların yazdıklarını bir tarafa bırakalım ve Türk resmi tezinin ortaya koyduğu verilere bir göz atalım. Birinci Dünya Savaşı’na girerken Osmanlı Devleti’nde tün Ermenilerin sayısı 1.300.000 kadardı ve bunların “tehcir” sırasında ölenlerin sayısı 300.000 civarındaydı. Bu rakamların Ermeni ve Batılı tarihçiler tarafından hiç kabul edilmediği ve bu konuda uygunsuz bir rakam kavgası olduğu ayrı bir konudur. Fakat bir devletteki etnik ve kültürel bir azınlığın Dörtte biri civarında ki kısmının yok edilmesi olgusu, o toplumun beleğinde hiç bir iz bırakmasa sağlıklı bir durumla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir mi?

Hiç olmazsa toplumun bir kesiminde bu olayların, tüm toplum vicdanını rahatlatacak bir açıklıkla tartışılması gerekmez mi? Ermeni tehcir kırımı ile ilgili böyle bir tartışma Türkiye de hiçbir zaman yapılmamıştır. Bugün de, bu konuda elverişli bir tartışma ortamının bulunduğunu söyleyemeyiz.

Türklere sempati duymayan Batılı çevreler, “Türkleri kolektif bellekten yoksunlar” şeklinde tanımlamaktadırlar. Kimi milliyetçi Ermeni tarihçiler ise, belki de belli bir “Türk İmajı”’nın devamında yarar gördükleri için, böyle bir tartışmayı engelleyici bir tarzda yayınlar yapmaktadırlar. Bunun son örneğini İngiliz oryantalisti Bernard Lewis’in Fransız Gazetesi Le Monde’ye yaptığı açıklamalardan dolayı koparılan fırtınalarda gördük.

Kendini Ermeni tezlerinden ve hiçbir şeyi kabul etmeyen resmi Türk otoritelerinden dikkatle ayıran B. Lewis; Ermeni Tehciri, her ne kadar büyük çapta olduysa da tüm ülkeyi kapsamadığını özellikle İzmir ve İstanbul gibi şehirlerde uygulanmadığını, tehcir kanununun Osmanlı İmparatorluğu’nda yüzyıllardır uygulanan bir yöntemdi. Örneğin Rus ilerlemesi karşısında Van şehrinin müslüman halkı alelacele sürülmüştü. Ermenilerinde Bazı Amerikalı misyonerlerinde söylediği gibi ele geçirdikleri yerlerde korkunç zulüm yaptılar ve burada planlı bir soykırımdan söz edilemeyeceğini söylediği için; Fransız mahkemelerinde yargılanmış Avrupa Parlamentosu kararını zikretmediği için manevi tazminata mahkum olmuştur.

B. Lewis bu Görüşlerine karşı, Osmanlı Tarihi hakkında bilgileri çok sınırlı olan Ermeni asıllı Fransız tarihçisinin bunları “bilimsel tamamen yoksun” olarak nitelemesi katı bir hoşgörüsüzlük işareti değil midir?

Aslında yakın tarihlere kadar Ermeni tarihçileri bu konuda daha ılımlı bir tutum içindeydiler. Örneğin Basmacıyan (K.J. Basmadjian) 1922’de kaleme aldığı kitabında 500.000 Ermeninin kırıldığını yazıyor. Torosyan ( H. Thorossian) 1957 yılında yayımlanan eserinde 1915 olayları için “tehcir kırım” ifadesi kullanılıyordu.

Ayrıca; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan sayıları bir hayli kabarık yayınlarda Ermeni tehcir ve kırımında , başta Almanya olmak üzere bazı batılı devletlerin önemli ölçüde sorumluluk payı taşıdıkları vurgulanıyordu.

1974 ‘te Ermeni terör örgütü ASALA’nın başlattığı suikast girişimlerinin yarattığı ortamda Ermeni tezleri giderek katılaşmış, gerçekten uzaklaşmış ve ileri sürülen iddiaları, kabul etmeyenler baskı ve tehditle karşılamaya başlamışlardır. Bu bağlamda Ermeni kırımı Nazilerin soykırımı ile aynı kefeye konmuş, hatta Hitler’in İttihatçılardan esinlendiği ileri sürülmüştür.

Soruna serin kanlılıkla eğilmeyi ve 1915 dramında hiçbir sorumlıluğu bulunmayan bugünkü Türklerle bir diyalogu önleyen bu sertleşmenin nedenleri nelerdir?

ASALA terörü 1975’te başladığı için, bizde bazı çevreler bunları 1974 Kıbrıs müdahalesine bağlamışlardır. Oysa bu gelişim, Ermeni diyasporasının üçüncü neslinin “kimlik krizi” ve Lübnan Savaşı ile yakından ilgili görünüyor. Çünkü, unutmayalım ki terörist eylemleri Lübnan Ermenileri başlatmışlarsa da bunları dünya çapında politize eden ve bazı mesajları batı kamu oyuna ileten özellikle Fransız ve Amerikan Ermenileri olmuştur.

Ermeni Diyasporası ve Kimliği

Üçüncü nesil Ermeni diyasporasının, babalarından, hatta 1915 faciasını yaşamış dedelerinden daha bağnaz olmaların nedenleri nelerdir?

Tehcire uğrayan Ermenilerden bir kısmı 1915’ten çeşitli yollardan Marsilya’ya gelmişler ve mülteci kamplarına sevk edilmişlerdi. Çok geçmeden oradaki hayat şartlarının çok sefil olduğu ve işsizliğin hüküm sürdüğünü anladılar. Bunların bir kısmı Paris civarındaki iş imkanları olan Alfortville şehrine gittiler. İlk ermeni Cemaati Alfortville’de kuruldu. Zamanla mülteciler Fransa’nın her tarafına dağıldılar. Yine de yoğunluklarını Marsilya ve Paris’te korudular.

İkinci ve üçüncü nesil Fransız Ermenileri yazılı bir Ermeni kültüründen yoksun kaldılar. Bunların çoğu Fransız dili ve kültürü aracılığı ile özümlendi ve Fransızlaştı. Ermeni kökenlerini unutturmayan ve Ermeni bilincini ayakta tutan tek şey ebeveynlerinin anlattıkları tehcir ve kırım olguları, yani soykırıma dayanan bir “kara talih” ve “Türk’e karşı kin” ‘idi. Böylece üçüncü nesil, seçilmiş kültürünü “siyah temeller” üstüne oturttu. Eski sözlü gelenekler, efsaneler ve bayramlar unutuldu. Sadece soykırım anısı kaldı.

ASALA’nın suikastçıları, üçüncü nesli böyle bir psikoloji içersinde yakaladı. O ana kadar terörü aklından geçirmemiş bir takım genç insanlar bile bu eylemleri kendi kimliklerinin bir ifadesi olarak algıladılar. 1919’dan sonra Ermeni komandoları intikam eylemine girişmişler ve sorumlu gördükleri İttihatçı liderleri öldürmüşlerdir. Paris-Orly sabotajında olduğu gibi toplu kırımlardan da kaçınmamışlardır. Batı medyası bu olayları küçümsedi ve televizyonlarda gösterilen toplu kırım fotoğraflarıyla da bir ölçüde meşrulaştırdı. Ve her cinayetin arkasından hangi arşivlerden alındığı belli olmayan bir takın kırım tabloları Batılı televizyonların ekranlarını doldurmaya başlamışlardır.

Günümüzde Ermeni sorunu, tarihe dönme, yakın geçmişi sorgulama ve yeni bir kimlik arama sorunlarıyla iç içedir. Ne var ki meşru ve haklı arayışlarında, dedelerinin ıstırabını yaşamamış bir genç neslin suikast ve cinayet gibi barbarca yöntemlere başvurmaları aslında hüzün verecidir.

İşin daha da hüzün verici tarafı, ASALA’nın ciddi bir araştırmaya dayanmayan bazı tezleri dünya kamuoyuna benimsetmesidir. Örneğin kabul edilmekte o kadar ısrarlı solduğumuz AB Parlamentosu 9 Aralık 1948 soykırım tasarısını kabul etmiş ve bunun Türkiye tarafından kabullenilmesini istemiştir. Nisan 1948 de Nobel ödüllü bilim adamlarını bir araya getiren “Haklar Mahkemesi” Ermeni soykırımını kınamış ve –hiçbir sorumluluğu olmadığını kabul ettiği- bugünkü Türkleri bu soykırımı tanımaya davet etmiştir.

Bu durum ülkemizde yeterince kavranamamıştır. Ülkemizde ki genel eğilim bu durumu hala Haçlı zihniyetine, Ermeni ve Rum lobilerinin çalışmalarına atfetmektedir.

Bugün 1915 olayları, tüm Avrupa ülkelerinde, tartışmasız bir “soykırım” olarak değerlendirilmekte ve Türkler bu acı gerçeği ısrarla ve inatla reddeden “beleksiz”, “tarihiyle hesaplaşmaktan korkan” bir toplum olarak değerlendirmektedirler.

Cumhuriyet Nesilleri ve Ermeni Sorunu

Bu sırada Türkiye’de 1915 olaylarına doğrudan tanık olanların sayısı çok azalmış, etkileri de hiç kalmamıştı. Cumhuriyetin açık fikirli üçüncü nesli, bu konuda nesnel bir bilgiye sahip değildi. Zaten 1980 askeri rejimi Türkiye’de tüm sorunları sadece kaba bir milliyetçilik bazında tartışmaya izin veriyordu. “Kemalizm” adına İttihatçı Şovenizim yeniden hortlamış ve Sevr psikozu ülkeye yayılmaya başlamıştı. Planlı olmayan bu durum insan haklarıyla ilgili tüm derneklerin Türkiye üzerin rapor üzerine rapor hazırlamalarına sebep olmuştur.

Cumhuriyet rejiminde yetişen kuşaklar, haklı bir şekilde, Sevr Anlaşması’nı Türklerin yok oluşunu, Lozan’ı ise kurtuluşunu ve yeniden yapılanmasını ifade eden belgeler olarak algıladılar.

Ermenilerle ilişkiler bu dönemde yeniden düzenlenmiş ve bir dizi dostluk antlaşması bizzat Ermeni yöneticilerin imzalarıyla yürürlüğe girmişlerdir. Lozan’a kadar uzanan bu antlaşmalar bir çığır açmıştır.1915-1917 yıllarının acı anıları arka plana itilmişti.

Kaldı ki 1915-1916’da Trabzon, Van,Bitlis, Erzurum Vilayetlerinin Ruslar tarafından, 1920’de de Kilikya’nın Fransızlar tarafından işgali karşısında Ermeniler, Rus ve Fransız subayları komutası altında intikam girişimlerinde bulunmuşlardır. Buna karşılık Cemal Paşa kendi komutası altında ki bölgede Ermenilere karşı tecavüz yapılmaması emrini verdi. Ayrıca, Cemal Paşa hatıralarında, öldürülen Türkler ve Kürtlerin sayısının Ermenilerden daha fazla olduğunu yazmıştır.

Bu arada 1973’de yayımlanan bir eserde, bir Ermeni yazarı Sevr hariç, Ermenilerle imzalanan tüm antlaşmaları geçersiz sayıyordu.

Bu iddialar Türk hükümetleri ve kamuoyu tarafından elbette benimsenemezdi. Dünya da hiçbir devlet, terör yöntemiyle, aslında gerçeklere de uygun olmayan bazı tezleri kabule zorlanamaz 1975’te sürpriz etkisiyle başlayan terör eylemleri Türk resmi çevrelerinde ve kamuoyunda şiddetli bir tepki uyandırmıştır.

Türk tezi 1915 olaylarını “iç savaş”, bir “karşılıklı kıtal” olarak görüyor, basın ve yayın organları daha da ileri giderek 1915’te asıl Ermenilerin Türkleri kestiğini, asıl “soykırımı” onların yaptığını yazıyordu.

Cumhuriyetin ilk nesilleri, geçmişten kopuş ve yeniden kuruluş süreci içerisinde 1915 dramını zaten unutmuşlardı.1975 yılından sonra sorun tekrar gündeme gelince boşluğa İttihatçı-şoven tezler doldurdu. Kemalist rejim bu konuda kendine yakışır bir tarihi hesaplaşma yapmamış, meydanı Türk halkının da mahvına neden olan komitacıların manevi torunlarına bırakmıştır. Bütün bunlar bir araya gelince Türkiye’de, Yirminci yüzyılın en büyük dramlarından birini yaşamış ermeni halkını teröristlerden ayıran ve onlara sempatisini ileten tek bir ses bile çıkmamıştır.

Burada; Ermenilerin kimliklerini, “Türk düşmanlığı” üzerine kurduklarını ve bu olgunun da Türk tutumunu belirlediğini söyleyebiliriz.

Ermeni diyasporası, kabul edildikleri ülkenin dışlayıcı ve horlayıcı ortamı içinde, yeni bir hayat kurmanın güçlüklerini yaşarken, bütün suçu kendilerini anayurtlarından kovanlarda buluyorlardı. Bu duygularını da yer yer anlaşılır abartılarla, çocuklarına ve torunlarına ilettiler. Batılı değerlerin bireyci atmosferi içinde , kendilerine anlatılanları kuru bir entelektüel bir çerçevede, “bir kökten” arayışı bağlamında özümlediler.

Temel de haklı olmaları, onları topyekün bir haklılık psikolojisine sürüklüyordu. Sonunda ASALA terörünü de onaylayan bu bağnazlık, Ermeni liderlerin kabul ettiği olguları bile sansür ediyorlardı. Örneğin; Bogos Nubar Paşa, 1924’de şunları yazıyordu. “ Büyük savaşta Türk halkı da Ermeniler kadar, ağır bedel ödedi, Müslüman halk arasında büyük tahribat yapıldı. Alman ,istatistiklerine gere iki milyondan fazla Türk öldü.” Yazıyordu. Burada yazarın vurgulamak istediği nokta, Nubar Paşa’nın soruna yaklaşım biçimidir. Çağdaş Ermeniler, çoğunlukla, ne yazık ki bu ılımlı tutumu benimsemekten uzak görünüyorlar.

Burada sorulacak soru şudur? Günümüzde Ermeni sözcülüğünü yapmak isteyen bir kısın tarihçi ve politikacılar 1915 olaylarını planlı ve sistemli bir soykırım sayarak, Nazilerin Yahudi soykırımıyla aynı kefeye koyarak, hatta Hitler’in cürümlerinde Osmanlıları model aldığını ileri sürerek ne kazanmak istemektedirler? Eğer amacı intikam almak , Türkleri dünya kamuoyunda aşağılamak ve küçültmekse, bu uzun vadede ters tepebilecek bir silah olabilir. Yok eğer Lozan’dan Sevr’e dönen bir süreci başlatmak istiyorlarsa, bunun günümüz gerçekleriyle ilgisi olmayan bir hayal olduğunu gözden kaçırmamalıdırlar. Ayrıca bu tutumun Türkiye’de de bir tepki psikolojisine yol açtığını, milliyetçiliği kamçıladığını ve barışmaya yönelik bir diyalogu önlediğini unutmamalıdırlar. Böyle bir tutum batı kamuoyuna “bağnaz bir Türkiye” sunmak için kimilerinin hoşuna gidebilir. Türkiye’ye komşu ve işbirliği ihtiyacındaki bir bağımsız Ermenistan’ın istediği bu değildir. O halde yapılacak nedir? Yapılacak şey; tarihin arka planını göz ardı etmeden, 1914-1923 dönemi mümkün olduğu kadar objektif olarak ve aşamalı bir şekilde ele almak suretiyle yeni bir değerlendirme denemesine girmektir. Bunun sonucu, ortak bir senteze götürmeyebilir. Fakat Türk-Ermeni barışmasına yol açabilecek bir diyalogu başlatabilir. İnkarcı tutumu olduğu gibi maksimalist tezleri de dışlayarak bu konuda gerçekçi bir zemin yaratılabilir.

Bu yönde bir katkıda bulunmak istediğim bu makalemde, genel bir değerlendirme denemesinden önce olayların gelişimini ve yaşadıkları dönemde nasıl algılandıklarını saptamaya çalışacağım.

 

Sonun Başlangıcı: Tehcir Kararı Nasıl Alındı?

Ermeni tehciri ile ilgili kararın nasıl alındığı uzun süre anlaşılamamış, olaylar uzun süre polemik konusu olmuştur. Kararın ne kadar karanlık koşullarda alındığını, İttihat ve Terakki Fırkası’nın en önde gelen isimlerinden Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazdıkları çok iyi gösteriyor.

Siyasal anılarında Cahit Bey, “(Ermeni Sorununu) ilk kez Çanakkale’ye gittiği zaman Enver’in ağzından işitmiştim” demekte ve “Enver bu tehlikenin önünü almak için, doğu illerindeki bütün Ermenileri yerlerinden kaldırarak başka yanlara göndermek gereğine inandığını söylüyordu.

H. Cahit Bey Genel Merkezden Ziya Gökalp, Kemal ve Mithat Şükrü Beylerin bu uygulamaya karşı olduklarını, buna karşılık Bahaddin Şakir’in doğuya bir gazi yaparak yetki sınırlarını aşıp vali ve diğer ileri gelen mülki amirlerle görüşmesi Genel Merkezin ve Cemiyetin karar ve isteği biçiminde algılanmıştır.

Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi’nde Ermeni Tehcirinin baş sorumluluğunu Talat Paşa’ya vermiştir. Bu konuda şunları yazıyor. “Talat Bey, Meclis-i Vükela’dan karar almadan ve bir geçici kanun çıkartmadan tehcir kararını başlattırmıştır ve çok ağır sorumluluğu üzerine almaktan kaçınmamıştır.

2000 yılında yayımlanan Osmanlı arşiv belgelerinde de aynı görüş yinelenmektedir. Yine bu esrin önsözünde, Talat Paşa é1914’te Doğu vilayetlerine gönderdiği gizli bir talimatla oldukça büyük miktarda bulunan ve özellikle Ermenilerin eğitimleriyle ilgilenen yabancı kuruluş ve Memurların harp sırasında başka bölgelere gönderilmelerinin düşünüldüğünü” ifade etmiştir. Enver Paşa ise 2 Mayıs 1915’te Talat Paşa’ya yazdığı mektupta, Rusların bir kısım müslümanı Türkiye’ye sürmelerine karşılık olarak Ermenilerin Rusya’ya (veya Anadolu’da uygun yerlere) sürülmelerini öneriyordu. Yine aynı eserde Talat Paşa’nın, durumun nezaketi karşısında Meclis-i Vükela’a kararı olmadan bütün sorumluluğu üzerine alarak tehciri başlattı denilmektedir. Ne var ki kırım söylentilerinin başlamasından sonra Rusya, İngiltere ve Fransa’nın baskıları üzerine, sorumluluğu tek başına yüklenemeyeceğini anlayan Talat Paşa 27 Mayıs 1915’te kanunun çıkmasını sağlamıştır.

Başta sadece güvenliği sarsacak bölgelerde uygulanan tehcir, bu kanunla isyan çıkaran Ermeni komitecilerine yataklık eden diğer vilayetlerdeki Ermenileri de kapsamına almış “ ve Devlet sevk edilen Ermenilerin gittikleri yerlerdeki nüfuslarını devamlı kontrol ederek müslüman ahalinin %10’unu geçmemesine özen göstermiştir.

Görüldüğü gibi burada sorumluluk tek başına Talat Paşa’ya yüklenmiştir. Bununla beraber yurtdışına kaçtıktan sonra anılarını kaleme alan Talat Paşa “ben bu kanunun tatbiki aleyhtarı idim. Uygulamaya başlanmasını da geciktirmeye muvaffak oldum demektedir.

Şimdi İttihatçıları bu kadar çılgın bir kararı almaya sevk eden durumun nedenlerini anlamaya çalışalım.

Ermenilerle Türklerin ilişkileri 1890’lardan itibaren çok çelişkili aşamalardan geçmişti. Abdülhamit’in Hamidiye Alaylarının Ermeni devrimcilerine ve teröristlere karşı giriştiği kanlı bastırma hareketleri büyük bir huzursuzluk yaratmış, fakat 1908 devriminin özgürlük ve kardeşlik havası her şeyi unutturmuştu. Hürriyetin ilanı ile beraber, Ermeniler de Doğu Anadolu’da silah taşıyabilir hale gelmişlerdir. Anayasanın kendi eserleri olduğunu haykırıyorlar ve çalındığını iddia ettikleri toprakların iadesini talep ediyorlardı. Kürtlerin eski kötülüklerinin cezalandırılmasını istiyor, bir çok durumda da cezayı kendileri uyguluyorlardı.

1909 Karşı devrimi ve Adana’da Ermenilere karşı girişilen kırımlar Türk-Ermeni gerginliğini yeniden ön plana getirdi. 25 Nisan 1915’de İtilaf Devletlerinin Gelibolu Yarımadasına çıktıkları gün, İttihatçı Rejimin kollu kuvvetleri de Ermeni ileri gelenlerini tutuklamaya başlamıştır.

Gerçekten, İttihatçı rejim, Ermeni tehcirini nasıl meşru göstermeye çalışmıştır?

 

İttihatçı Savunma

İttihat ve Terakki Fırkasının 15 Eylül 1916’da toplanan kongresinde, Ermeni tehcirini “meşru” kılan nedenler 17 madde halinde sayılmakla beraber, tehcir sırasındaki aşırılıklar da vurgulanmıştır. İttihatçıların kendilerini meşru göstermeye çalıştıkları önlemlerinde kısmen dış tepkilerin bir ürünü olduğunu düşünebiliriz. Gerçekten aynı yıl İngiliz Dışişleri Bakanlığı, J. Bryce’ın bir önsözüyle yayınlanan belgede, İttihatçı yönetim büyük bir töhmet altında bırakılmıştır. İttihatçılar bu büyük suçlamaya karşı, ABD’deki elçileri Ahmet Rüstem Efendinin bir kitabıyla ayrıntılı bir biçimde yanıt vermeye çalışmışlardır. Bu eser 1918’de Bern’de Fransızca olarak basılmıştır. A. Rüstem bey, savunmasını Batılı sömürgeciliğin vahşetinden örneklerle donatılmış bir referans çerçevesi içinde yapmaktadır. Eserin ana fikri, Osmanlı Devletinde her zaman büyük bir hoşgörü içinde yaşamış olan Ermenilerin, büyük savaşta Rus yanlısı bir tutum içine girerek ihanet ettikleri ve sert önlemlere hazırladıkları şeklindedir. Bu bakımdan tehcir olgusu da, Osmanlı Hükümeti açısından “meşru müdafaa” eylemiydi. Yazar bu doğrultuda Rusların 1863’deSibirya’ya sürdükleri Polonyalıları, İngilizlerin İrlandalıları Amerika’ya göçüren zulümlerini, Fransızları Cezayir’de ve Belçikalıların Kongo’daki cürümlerini örnek veriyor, Ermenilerin yaptıkları kanlı faaliyetler sonucunda kendi başlarına gelenlere layık olduğunu belirtiyordu.

Ermeni tehciri ve sonuçları, bu kadar katı biçimde olmasa bile, Osmanlı Vatandaşı Ermenilerin Birinci Dünya Savaşında Rusya’dan yana tavır almaları, hatta fiili işbirliğine girmeleri de İttihatçı Liderler arasında tartışma konusu olmuştur. Bu konuda Türk tezlerinde bir devamlılık ve tutarlılık vardır. Yazar bu sebeple Ermeni kaynaklarını da kullanarak soruna bir ölçüde açıklık getirmeye çalışmıştır:

 

1914: Ermeni-Rus İşbirliği

Osmanlı-Rus Savaşı ufukta belirince, Ermeniler üzerine her iki taraftan da baskılar başlamıştır. 1908’den itibaren Osmanlı Ordusu’na katılma hak ve yükümlüğüne sahip olan Osmanlı Ermenilerinin sempatisi daha çok din ve kültür bakımından kendilerine yakın hissettikleri Rusya’ya yöneliyordu.

Bu arada İttihatçılar 1914 Ağustosun da Daşnak Ermeni Liderlerini Erzurum, Van ve Bitlis’i kapsayan geniş bir özerk yönetim vaadiyle Ruslara karşı ayaklanmaya davet ettiler. Daha çok Ermeniler tarafsızlıktan yanaydı, bu eğilimleri Avrupa’dan da destekleniyordu. Eğer Osmanlı-Rus savaşı çıkarsa ülkelerine sadık kalacaklarını vaat ettiler. O sıralarda Von der Goltz Paşa’nın yazdığı gibi, “bir zamanlar Avrupa, halkın hukuki eşitliğinin göstergesi olarak Hıristiyanların orduya katılmasını isterken, bugün bunu gerçekleştirdi diye Türk yönetimini kınıyorlardı” demektedir.

Bir Fransız subayı Ermeni-Rus işbirliğini şöyle anlatmıştır. “ Rusların örgütlediği birliklere katılmak için gönüllüler sınırları aşıyorlardı. Partizanlar sık sık Türk konvoylarına ve tecrit olunmuş hedeflere saldırıyorlardı. Askerlik hizmetini genel bir biçimde, hatta silah zoruyla reddediyorlardı. Türk birliklerinde de görevlendirilen Ermenilerin sadakati de kuşkulu görünüyor” demektedir.

Bu görüşler Ermeni yazarların çoğu tarafından reddedilmiş, Ermenilerin sadık bir şekilde Osmanlının yanında savaşa katıldığını ve silah altından kaçanların Türklerden daha az olduklarını yazmaktadırlar. İşin garibi ise, bunu söyleyen şahısın ne Ermenice ne Türkçe ne de Osmanlıca bilmediğinin bilinmesidir.

Bu görüşlerin gerçekle bir ilgisi yoktur ve 1970’lerde kendisini gösteren Ermeni kimliği konusunda ki katılaşmanın bir ürünüdür. Nitekim Ermeniler tarafında daha önce yazılmış eserlere bakarsak, tam tersine Ermenilerin Ruslara katılarak ya da ayaklanarak savaşmalarından övünç payı çıkarttıklarını görürüz.

Bir Ermeni subayı Korganoff’a göre Ermeniler İtilaf Devletleri’nin ordularına katılmaları çağrılarına olumlu yanıt vermişler, ayrıca Ermeniler Van da ayaklanmışlar, Rusların yardımıyla Van çevresinin Türk ve Kürt çetelerinden temizlenmesi için harekete geçildiğini yazmaktadır. Daha sonraki Ermeni tarihçiler de Korganoff’un yazmış olduğu bu kitabı “Ermenilerin Destanı” olarak nitelendirmektedirler.

Osmanlı Ermenilerinin Ruslarla işbirliği 1970’lere kadar Ermeni tarihçilerinin kabul ettikleri bir olgudur.

Bilinmesi dereken diğer bir olgu ise, 1916’da Ermeni tehcir ve kırımıyla ilgili olarak başlatılan kampanya da asıl hedef Almanya olarak gösteriliyordu. Sorunun 1915’ten günümüze kadar ne gibi ideolojik dalgalanmalar içinde geldiğini anlamak için da yazar, bu konu üzerinde kısaca durmanın faydalı olacağı düşüncesindedir.

 

“Talim-i Alaman” mı?

Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye Almanya’nın uydusu farz edilince 1915 Ermeni tehcir ve kırımı da daha çok Alman sorumluluğu çerçevesinde değerlendirilmiştir.

Genç İngiliz tarihçisi A. J. Toynbee’nin; bazı Ermeni mültecilerin, birçok Alman konsolosunun “ Ermeni kırımını teşvik ettiği veya yönelttiğini” şeklindeki tanıklıklarını tam güvenilir bulmamakla beraber, Almanların Kırımı çok kolay önleyebilecek çok kolay önleyebilecek durumda iken bunu yapmadıklarını ve özellikle Alman basınının kırımı maruz gösterdiğini ifade etmektedir. Daha sonra bu yazar Belçika ve Fransa’daki “Alman terörü” hakkında da yayınlar yapmıştır. Toynbee, Ermeni kırımını kınarken şöyle bir muhakeme yürütüyor: “Ermeniler, Amerika kıtasında beyazlar önünde yavaş yavaş çekilirken Kızılderililer gibi vahşi değiller. Barbar komşuları Kürtleri gibi göçebe çobanlarda değiller. Bizimle aynı hayat tarzına sahipler.” Kızılderili soykırımını “yavaş yavaş çekilme” gibi sunan bu muhakeme, yeni sömürgeciliğin de dayanaklarından birini teşkil ediyor.

Amerika’nın İstanbul büyük elçisi Henry Mongenthau’nun gözlemleri bugünkü Ermeni tezlerini doğrular nitelikte değildir. Mongenthau’ya göre 1908 devrimini yapanlar hürriyetçilik ve eşitlikçi özlemlerinde samimiydiler, demektedir.

İttihatçılar 1913 darbesiyle tekrar iktidarı ele aldıktan sonra ortaya güçlü bir adam olarak Talat Paşa çıktı. Mongenthau Talat Paşa’yla ilgili dikkate değer bir portre çizmektedir: Enver Paşa’nın şahane hayatı yanında, borçlarını ödedikten sonra maaşının kalan kısmıyla geçinen Talat Paşa, tamamen yozlaşmış bir ortamda çalmadan da yaşanabileceğini gösteriyordu. Morgenthau’ya göre dinsizdi ve kendisine “tüm rahip, haham ve hocalardan nefret ettiğini” söylemişti.

Zaten Amerikalı diplomat, yüz binlerce Ermeni kırımından “başlıca sorumlu” olarak gördüğü Talat Paşa hakkında çok olumlu gözlemlerde de bulunmuştur. Örneğin şunları yazmıştır: “tanıdığım bütün Türk politikacıları içersinde doğuştan olağan üstü yeteneklere sahip olduğunu gördüğüm bir yiyiciler çetesinde lider olan Talat, geçekten de dikkate değer kişiliksel niteliklere sahipti”. Bu değerlendirme Mongenthau’nun Talat Paşa’ya karşı özel bir nefreti olmadığını ortaya koymaktadır.

Mongenthau’nun bütün anti-patisi, “O zamana kadar ilkel yöntemlerle hareket eden Türkler, modern tehcir yöntemlerini Almanlardan öğrenmesidir. Modern çağlarda halkların kitlesel olarak sürülmeleri fikri, tamamen bir Alman buluşudur”.

Bu açıklamalar gösteriyor ki Amerikan elçisi İttihatçı yönetimi suçlamakla beraber, Ermeni tehcir ve kırımının baş mimarı olarak Alman ordusunu göstermesidir.

Amerikalı tarihçi misyoner H. A. Gibbons, tehcir olgusunu, “ Ermeni ırkını yok etmek için sistemli bir şekilde ve ihtimamla hazırlanmış bir plan, Alman hükümeti eğer teşvik etmediyse de en azından iyi karşıladığını, Ermenilerin yok edilmesinden Almanlar, sadece Almanlar karlı çıktığını, Ermenilere karşı hiçbir zaman İslam fanatizminin olmadığını, şimdide olmadığını, otoritelerin teşvik ve kumandası ile asker ve jandarmanın yardımı olmasaydı Ermeni kırımının asla meydana gelmeyeceğini” belirtmiştir.

Bu konuda Almanları temize çıkaran bizzat İttihatçı liderler olmuştur. Tehcir kararının başlıca sorumlusu Talat Paşa’nın bu konuda yazdıkları şunlardır: “Bazı fena fikirli düşman propagandacıları Almanların Türkleri, Ermenileri ezmek konusunda teşci ettiklerini söylemek suretiyle Ermeni hadiselerini dolaysıyla Almanya’nın şerefine de tecavüz etmişlerdir. Hadiseler ise tamamen aksini ispat etmektedir; zira her yeni vaka duyulur duyulmaz Alman hükümeti bu gibi hadiselere son verilmesini tavsiye eden notalar göndermişti. Bu hususta bütün vesikalar Babıali’de bulunmaktadır.”

Görüldüğü gibi Talat Paşa, sığındığı Almanya’da yazdığı anılarında “Almanların şerefini” savunmaya çalışmaktadır. Buna karşılık Almanlar, kısa bir süre sonra Berlin sokaklarında vurulan Talat Paşa’nın katillerini alkışlar arasında beraat ettirerek eski sadrazamın “şerefine” ne derece önem verdiklerini dünyaya ilan etmişlerdir.

 

Almanya, Ermeniler ve Mezopotamya

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Doğu Anadolu’da ve Mezopotmya emperyalist çıkar çatışmalarının alanı halindeydi, fakat bu iki güç – Almanya ve Rusya- bölgede doğrudan nüfus kavgası içindeydiler.

Rusya Ortodoks Hıristiyanlık kanalıyla Ermenilere çok yakındı ve koruyucu bir rol oynamak istiyordu. Buna karşılık Almanlar, bütünüyle Osmanlı Devleti’ni nüfus alanları saydıkları için yönetici zümreyi korumak zorundaydılar. Bununla beraber Hıristiyan azınlıklara da duyarsız kalamazdı.

Gerçekten Alman diplomasisinde Ermenilere karşı iki eğilim oluşmuştur. Bunlardan birincisi, din ve kültür seviyesi bakımından kendilerine yakın gördükleri Ermenileri korumak ve nüfus politikalarında onlardan yararlanmaktı.

Bunlardan ikincisi ise, savaş başladıktan ve Osmanlılar Almanya’nın yanında savaşa katıldıktan sonra durumun değişmesidir.

Ermeni sempatizanı İlahiyat Doktoru Jonhannes Lepsius, Türkiye’ye gelmiş ve bir rapor hazırlamış. Dönüşünde Alman İmparatoru II. Wilhelm’i ziyaret etmişlerdir. R. Pinon’a göre; ziyaretten sonra İmparator, kendi eliyle bir mektup yazarak İttihatçı yönetimi müdahale etmekle tehdit etmiş, fakat Alman hükümeti “sorun Türklerin tamamen iç sorunudur” diye bunu önlemişti. Bunun üzerine II. Wilhelm, Dr. Lepsius’u İstanbul’a yollamıştır. Fakat Enver Paşa “Almanların Polonya’da yaptıkların yapıyorum” diye kendisini kovmuş ve dönüşte aldığı broşürde Alman hükümeti tarafından yasaklanmıştır. Lepsius raporunda Alman konsolosluklarının her şeyi zamanında haber verdiklerini, fakat bunları hükümet ve ordunun dikkate almadığını belirtmektedir.

Yine, siyasal bilimler profesörü Rene Pinon’a göre; günümüz Ermeni tarihçileri, soykırım konusunda J. Lepsius’u başlıca tanıklardan biri olarak görmektedirler, demektedir. “1916 başında ani bir hücumla stratejik bakından çok önemli Erzurum’u aldılar Daha sonra; Bitlis, Trabzon, Erzincan da Rusların eline geçti Ruslarla beraber bu bölgeye giren (veya Tehcirden dönen) Ermenilerin intikamlarının başladığı anlaşılıyor. Ermeni tarihçilerine göre bu kapışmada Türkleri, bu bölgeyi Ermenilere vermek istemeyen Rus Ordusu korumuştu.” demektedir. R.G. Hovanisyan, “Ruslar 1916 kışı ve ilkbaharında Ermeni yaylasını işgal edince Rus subaylarının o zamana kadar Ermeni gönüllülerine ve siyasi gruplarına karşı gösterdikleri yapmacık saygı, istihza ve güvensizliğe dönüştü” diye yazmaktadır. Fakat Sovyet Devrimi’nden sonra Rus Subaylarının kurduğu disiplinin ortadan kalkması Ermeni intikamını yoğunlaştırmış, Müslüman halk arasında kitlesel göçlere yol açmıştır.

 

Rus Devrimi, Türkler ve Ermeniler

 

Sovyet Devrimi, Doğu Anadolu’da ittifaklar sistemin tamamen cüzdü ve Osmanlılar lehine umulmadık bir durum yarattı. Kendisine gizli antlaşmalarla İstanbul vaat edilmiş olan ve Doğu Anadolu’yu işgal altında bulunduran bir ülke savaşı “mağlup” olarak sıfatıyla terk ediyor ve ateşkes istiyordu. Bu bağlamda devrim lideri Lenin, 1917 sonlarında Osmanlı Devleti’ni paylaştıran antlaşmaları “uluslar arası eşkıyalık” olarak niteleyip kamuoyuna açıklıyordu.

Böylece eski iki müttefik –İngiltere ve Rusya- arasında amansız bir çatışma ortamı oluşuyordu. Bu ortam Milli Kurtuluş Savaşımız için de çok elverişli bir zemin hazırlayacaktır.

Sovyet Rusya, Dışişleri Bakanı Çiçerin imzalı ve 15 Şubat 1919 tarihli raporunda; Osmanlı güçlerinin halk oyu özgürlüğüne hiç riayet etmediklerini sert biçimde ifade ediyordu.

İlginçtir ki; Sovyet raporunda ciddi suçlamalar bulunmasına rağmen, Osmanlılarla iyi ilişkilerini koparmak istemiyordu. Üstüne üstün, ittihatçı yöneticilere hatırlatılıyor ki; “Türkiye’nin Sovyet Rusya tarafından herhangi bir tecavüze uğramasından korkmaya mahal yoktur. Rus ve Türk halklarını artık hiçbir şey birbirinden ayıramıyor ve Türk halkı, Rus halkının çoktan beri arzuladığı tarzda dostluk ve kardeşlik elini uzatırsa, hakiki menfaatlerine en uygun biçimde hareket etmiş olacaktır.” denilmekteydi.

Ermeni Cumhuriyeti zor durumda bulunan Sovyet Rusya’nın desteğinden yoksun kalınca, 4 Haziran 1918 de Osmanlı Devleti’yle silah bırakılmasına gitmiş ve barış antlaşması için Alexandre Khatissian’ı İstanbul’a yollamıştır. A. Hatisyan’ın İstanbul’da gecen dört aylık görüşmelerini anlatan kitabı, o dönemim psikolojisini yansıtması açısından son derece önemlidir.

 

Hatisyan’ın Anlattıkları

Hatisyan Tiflisli bir Ermenidir. Tıp tahsili yaptıktan sonra siyasete atılmış Tiflis valiliği yapmıştır. Sovyet İhtilalinden sonra Tiflis Gürcülerin eline geçince, Hatisyan Taşnak Partisi’ne geçmiş kendisini tamamen Ermeni davasına adamıştır. 4 Haziran 1918’de Türklerle Batum antlaşmasını imzalayan iki kişiden biridir. Daha sonra da A. Aharonyan ile birlikte yeni ve temelli bir antlaşma imzalamak üzere İstanbul’a yollanmıştır.

15 Haziran 1918’de İstanbul’a gelen Hatisyan mütarekeye kadar Osmanlı başkentinde kalmış ve önde gelen İttihatçılarla görüşmüştür. Bu konuda anlattığı ve çizdiği portreler her şeyden önce yazarın üslubunun yumuşaklığı ve objektif olma çabasıyla dikkati çekmektedir. Bu niteliği ile eser günümüzde hırslı ve bağnaz bir söylem içinde yerleşmiş kalmış olan Ermeni sorununun anlaşılması için önemli bir belge teşkil etmektedir.

Hatisyan’a göre İttihatçı Liderler kendilerine çok yakın davranmışlar ve hep “Türk- Ermeni dostluğu”ndan söz etmişlerdir. Yazar o anda samimi oldukları kanısındaydım diyor ve bunun nedenini savaşı kazananlarla yapılacak barış konferansında önlerine çıkacak Ermeni sorunu korkusuyla olduğunu açıklıyordu

Hatisyan, kendisine en olumlu yaklaşanlar arasında Ahmet Rıza Bey’i , Rauf Bey’i (Orbay), ve Vakit gazetesi yazarı Ahmet Emin Bey’i de sayıyordu. Fakat bunlara arasında sempatisini en çok Ahmet Rıza Bey üzerinde toplamaktaydı. Onu etkileyen A. Rıza Bey’in görünüşü ve konuşması kadar, söylediklerinin içeriği de olmuştur. “Talat ve Enver iktidarda kaldıkça, bütün çabaların bir işe yaramayacağını” bize söylemişti sözüdür.

Hatisyan, Ermeni tehcir ve kırımının baş sorumlusu olarak gördüğü Enver Paşa’dan bile kinsiz ve öfkesiz bir dille söz etmektedir. Güçlü Savunma Bakanı’nın göz kamaştırıcı lüks içersindeki yaşantısını da vurgulayan Hatisyan “beşeri ilişkilerde sade, ölçülü ve çok ılımlı” bulduğu bu insanın nasıl olup da yüz binlerce kişiyi ölüme götürdüğüne inanmanın güç olduğunu kaydetmektedir.

Hatisyan ve Aharonyan İstanbul’daki temaslarında Ermeni sınırlarının genişlemesi konusunda hiçbir şey elde edememişlerdir. Fakat dostça ilişkiler devam etmiş ve Mondros Mütarekesi kapıyı çalınca Rauf Bey, oraya birlikte giderek Türk-Ermeni dostluğu konusunda da bir gösteride bulunmayı önermiştir.

Hatisyan’ın 1930’da yayımladığı anılar günümüz Ermeni yazarlarının haşin üsluplarına nispetle hayli ılımlı kalmaktadır.

 

Mütareke, Barış Konferansı ve Ermeni Talepleri

Mondros mütarekesi bekledikleri ölçüde olmamakla beraber, Ermeni özlemlerine geniş ufuklar açmıştı. Galip devletlerin maddi ve manevi desteklerini arkalarında hisseden Ermeniler giderek gerçekçilikten uzaklaşan –bu yüzden kendi aralarında da ihtilaflar yaratan- tasarımlara girişmişlerdi. Bunun en somut örneğini Bogos Nubar Paşa liderliğindeki Ermeni heyetinin Paris Barış Konferansı’na sundukları “Büyük Ermenistan Projesi”nde görüyoruz.

1919 Mayısında, Ermeni Cumhuriyeti ilan edildikten bir yıl sonra, Ermeni Parlementosu sınırları içine Türkiye’den kurtarılacak toprakları da katan bir karar almıştı. Bu kararın alınmasında; tam Ermenilerin ABD mandasını talep ettikleri bir sırada, Amerikalıların ancak büyük bir Ermenistan'ın mandaterliğini kabul edeceklerini düşünmelerinden kaynaklanıyordu. Ne var ki büyük Ermenistan iddiası, ABD mandası konusunda incelemeler yapan General Harbord başkanlığındaki heyete de inandırıcı görünmemişti. Ayrıca Ermeni kırımıyla ilgili daha önceden ABD’ye gelen haberleri de abartılı buluyordu. Nitekim Amerikan Kongresi Ermeni mandaterliğini 1920 Nisanında reddetti. Buna rağmen Ermeniler hiçbir zaman umudunu kesmediler ve Zaven Efendi vasıtasıyla bütün Ermenileri birliğe çağırıyorlardı.

Mütarekeden sonra Türkiye’deki durum ise tam bir manevî çöküntüyü yansıtıyordu. İttihatçı liderler ülkeden kaçmış ve bir süre sonra iktidara gelen Hürriyet ve İtilaf ileri gelenleri, İngilizlere de şirin görünmek maksadıyla, Ermeni kırımıyla ilgili bütün sorumlulukları İttihatçılara yükleyerek, suçluların yargılanması için, açık ve kararlı bir biçimde 4 Mart 1919’da Damat Ferit Paşa kurulmasıyla uygulanmaya kondu.

Damat Ferit Paşa, 8 Mart 1919 tarihli kararname ile Divan-ı Harb’ın tüm üyelerini askerleştirmiş ve geniş kapsamlı tutuklamaları başlatmıştı.

Kısa zamanda bu girişimin “insanlığa karşı suçlar”dan kaynaklanan adalet duygusundan çok, müttefiklere hoş görünme ve İttihatçılarla hesaplaşma kaygılarına dayandığı kısa zamanda ortaya çıktı. Bu gayretkeşlik doruk noktasına Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in 10 Nisan da idamıyla ulaşmıştı. Ne var ki 1915 ve 1916’da susmuş olanların birden bire insan hakları şampiyonu kesilmiş olmaları büyük bir öfke yarattı ve Kemal Bey’in cenazesi bir halk gösterisine dönüştü.

Sanıyorum ki durumun bu şekillere ulaşmasında; 1916 ve özellikle 1917’de Ermeni birliklerinin intikam hışmına uğramış, 1919 yılında işgal edilmiş ve paylaşılmak üzere olan bir halkın eziklik duygusunu iyi değerlendirmek lazımdır. 1919 Nisanında halk gösterilerde bulunuyorsa, bu ne İttihatçı sempatisinden ne de Ermeni düşmanlığından doğuyordu. Bu sırada Türkler büyük bir haksızlığa uğramış, savunmasız bir halk olmanın psikolojisi içerisindeydiler.

İttihatçılardan nefret, tüm Kurtuluş Savaşı müddetince sürmüş, o dönemin önderleri tarafından çeşitli vesilelerle vurgulanmış, daha sonra da romanlara konu olmuştur. Türkler İttihatçı yöneticileri özgürce ve işlenen cürümlerin bilinci içinde yargılamak fırsatı bulamamışlardır.

 

Kurtuluş Savaşı Başlarken Ermeni Sorunu

Kemalist hareketi İttihatçı ve İtilafçı hareketten kesin bir biçimde ayıran nitelik onun gerçekciliğiydi. Kemalist hareket, başından sonuna kadar, ancak yapabileceğini yapmak ilkesine sıkı sıkıya sarılmış ve “Misak-ı Milli” formülü bu espiri içinde gelişmiştir.

Mondros Mütarekesi’nden sonra Batı kamuoyunun son derece Türk aleyhtarı oluşu ve bunda Ermeni kırımının da rol oynaması Türkleri bu konuda İttihatçılardan farklı bir savunma çizgisine ve propaganda çabasına itmişti.

Daha önce de değindiğimiz gibi İttihatçılar, 1916’dan itibaren tehciri , Ermeni-Rus işbirliğini öne sürerek meşru göstermişlerdi. Tehcir sırasındaki “aşırılıkları” da “sabrı tükenmiş, kızgın halka” ve “Kürt çetelerine” mal etmişlerdi.

Oysa İttihatçıların ülkeyi terk etmesinden sonra temel suçlu olarak İttihatçıları gören bir savunma çizgisi giderek güçlenmeye başlamıştır. Bu cizginin, İngilizlerin de baskısıyla, davalara ve cezalandırmalara yol açan uygulamalarını gördük

Bununla Kemalistler arasındaki tutum fakını bir ölçüde azaltacak girişimler de mütarekenin ilk aylarında yapılmıştır. Avrupa’ya bu amaçla geziler yapan Reşit Saffet (Atabilen), “Kara Şemsi” olarak yayımladığı broşüründe, “Türkiye’nin Ermeni kırımında hiçbir suçu yoktur. Tüm sorumluluk tek başlarına Ermenileri kıran Kürt çeteleriyle Komitenin satın almış ajanlarına aitti. İttihatçı ajitatörlerin işlediği cürümler tüm millete ödetilmek isteniyor” demekteydi. Daha sonra kaleme aldığı broşüründe, “Çar’ın sürülerine muhbirlik ve kılavuzluk yapan Ermenilerin zulmünü de anlatmakla beraberi tehcir sırasında ikiyle üç yüz bin Ermeninin öldüğünü belirtiyordu.

Reşit Saffet, Ermeni sorununu Kemalist akımın fikriyatına açık bir biçimde ele almıştı. Lozan görüşmelerine de Türk heyetinin sekreteri olarak katılmış, fakat İngiliz ve Fransız temsilcileriyle aşırı yakınlığı İsmet Paşa’nın hoşuna gitmediği için müzarekenin ikinci safhasında heyetten dışlanmıştır.

Mütarekeden sonra İstanbul’da Meclis-i Mebusan’ın yayımladığı broşürler de Ermeni sorununda Osmanlı yönetiminin ağır sorumluluğunu kabul ediyorlardı. Bu broşürde de halkın hiçbir sorumluluğa sahip olmadığının vurgulanması ve tüm sınıflar, tüm milletler (İttihatçı) zulmünün kurbanıydılar.

Mütarekenin kabuslu aylarından işgallere ve Milli Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesine giden süreç içinde Ermeni konusunda dikkate değer gözlemler yapan birçok yabancı bulunduğunu biliyoruz. Bunlardan Pierre Loti, Türk dostu olarak tanındığı için kendisinin bu konudaki fikirleri dikkate alınmamış hatta ağır suçlamalara uğramıştır. Oysa Loti, “ Ermeni kırımını yadsımıyor, aksine hiç onaylamadığını, korkunç kırımlardan söz ediyor ve bunları abartılmış olarak ta bulsa, son derece ağır bir cezalandırmaya uğrayan bedbaht Ermenistan’a derin merhametini dile getiriyordu.

Yazarın Türkiye’yi ve Türkleri çok iyi tanımasına rağmen “Türk Dostu” diye bu konuda ki tartışmalarda sansür edilmesi, konunun nasıl bir bağnazlık içinde ele alındığını göstermektedir. Kaldı ki; P. Loti, Osmanlı kırımından söz ederken Fransa’nın sömürgeci politikasında uyguladığı kırımları da hatırlatmaktan geri kalmamıştır.

Bu nokta bizi Kemalist politikanın Ermeni sorunuyla hangi koşullarda karşılaştığını ve nasıl bir tavır aldığını sorgulamaya götürüyor.

 

Kemalist Hareket ve Ermeni Sorunu

Kemalist hareket Ermeni sorunuyla bir haksızlığın tamiri, bir insanlık suçuna tavır alma gibi bir manevi sorun niteliğiyle karşılaşmadı. Ulusal savaş kendini adayanlar için Ermeni sorunu bir varlık sorunuydu.

Doğuda Erzurum Kongresi hazırlıkları yapılırken, General Harbord, komutasında ki heyet önce Erivan’a geçtikten sonra Erzurum’a gelecektir. Bu sırada Erzurum da ki 15. Kolordu Komutanı General Kazım Karabekir’le de görüşecektir. K. Karabekir Paşa’nın yazdığına göre, “General Harbord, Erivan’da Ermenilere “ Paris’e murahhas göndereceğinize Erzurum’a gönderin de Türklerle anlaşın, aksi halde haliniz haraptır.” demiştir. Paşa “bunu Gümrü’de sulh müzarekesinde, Ermeni heyeti reisi Hatisyan pek büyük bir teessürle söyledi” diye ekliyor. General Harbord durumu gerçekten bu kadar çabuk kavramış mıdır?

Mustafa Kemal Paşa Erzurum Kongresi’nin açış nutkunda “ ... Ermeniler, Nahçivan’dan Oltu’ya kadar bütün ahaliyi İslamiyeyi tazyik ve bazı mahallelerde katliam ve yağmagirlikte bulunuyorlar” diyordu. General Harbord’la görüşmelerine ve Amerikan temsilcisine Sivas Kongresi’nden sonra verilen rapora hakim olan konu da buydu. Bununla beraber M. Kemal, ulusal hareketi İttihatçılardan kesin bir biçimde ayırmak gereğini de duymuştu. Nitekim Atatürk, 24 Eylül 1919’da General Harbord’a verdiği muhtırada “O İttihatçılardır ki milletin zararına birkaç sene süren kötü idareleriyle ve memleketi içinden güçlükle sıyrılmaya çalıştığı bir uçuruma düşürmek cürümüyle bütün dünya da kıskanılmayacak şöhrete sahiptir” hükmüne ifade ediyor ve şunları ekliyordu: Hakikatte İttihatçılar tarafından memleketin içine sürüklediği açı neticeleri Ferit paşa ve onun gibilerden çok daha iyi anlıyor ve takdir ediyoruz” diyordu.

M. Kemal Paşa çeşitli vesilelerle Ermenilerin Doğu Anadolu illerinde ve Kilikya’da giriştikleri imha hareketlerini de anlatmış, bunların intikamcı davranışlara yol açmadığını vurgulamış ve “ memleketimizde yaşayan sakin Ermenilerin her türlü taarruzdan masuniyetlerini temin eylemeyi pek mühim bir vazifeyi medeniye telâkki eyledik” demiştir.

Burada işaret etmek istediğimiz husus, mütarekeden sonra müttefiklerin yaptıkları işgallerde Ermenilerin, oynadıkları rolle Kurtuluş Savaşı’nın seyrini etkilemiş olduklarıdır. Ermenilerin bağımsız olarak ya da Fransız subaylarının komutası altında giriştikleri intikamcı operasyonlar, başta Atatürk olmak üzere birçok komutan tarafından açıklanmıştır.

Bunlar dünya kamuoyunda dikkate değer bir yankı uyandırmamıştır. Tam tersine 1915 tehcir ve kırımının izleri silinmediği için, K.Karabekir Paşa’nın Ermenilere karşı hareketi, Bizzat M. Kemal’in “hıristiyan alemini” karşımıza almayalım diye bir süre ertelenmiştir.

Lozan da azınlık sorunları konuşulurken; İsmet İnönü, “memleketin cömer