TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİ
(Doç. Dr. M. Murat HATİPOĞLU )
GİRİŞ:
Bu çalışmada siyasi, askeri, sosyal ve ekonomik alanda bazen karşı karşıya, bazen de yan yana gelen ve fırtınalı bir ortak geçmişi paylaşan Türkiye ile Yunanistan’ın 1923 Lozan Barış Antlaşması’ndan 1954 Kıbrıs krizine kadar olan dönemde birbirleriyle ilişkileri ve ortaya çıkan sorunlar karşısında aldıkları tavır incelenmiştir.
Kitap Doç. Dr. M. Murat HATİPOĞLU tarafından yazılmış ve Siyasal Kitabevi tarafından Haziran 1997’de basılmıştır. Bu eser M. Murat Hatipoğlu’nun Yunanistan’daki Gelişmelerin Işığında Türk-Yunan İlişkilerinin 101 Yılı (1821-1922) adlı Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün Ankara 1988 basımı kitabın bir devamı niteliğindedir.
Eserin yazarı hakkında kısa bir bilgi vermek gerekirse;
M. Murat Hatipoğlu, 1951’de Ankara’da doğdu. 1975’de Hacettepe Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden “Linguistik”dalında hazırladığı tez ile Yüksek Lisans Derecesi alarak mezun oldu. 1975-76’da Berlin-Freie univesität’de “Semantik” çalışmalarında bulundu. 1933 yılından beri Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde görev yapan Hatipoğlu 1985’de Doç. Dr. Tuncer BAYKARA’nın yanında 1911922 Yılları arasında Yunanistan’daki Değişmeler ve Türk Milli Mücadelesi Üzerine Etkileri konulu tez’le İnkılap Tarihi Yüksek Lisans Derecesi aldı. 1986’da burslu olarak gittiği Yunanistan’da (Atina, Hanya-Girit) arşiv, kütüphane ve müzelerde araştırmalarını sürdürdü. 1988’de Yunanistan’daki Gelişmelerin Işığında Türk-Yunan İlişkilerinin 101 Yılı (1821-1922) konulu kitabı yayınlandı. Doktora çalışmasını 1993’de Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı’nın yanında tamamladı ve 1996’da Doçent oldu.
Yakın Tarihte Türkiye ve Yunanistan 1923-1954 adlı eserde, Önsöz, Kısaltmalar ve Giriş’den sonra konu beş bölümde incelenmiştir.
Önsöz’de yazar eserini, okuyucuya kısa bir bilgi vermek amacıyla tanıtmıştır. Türk-Yunan ilişkilerine damgasını vuran Etabli ve Patriklik sorunları, İkinci dünya savaşı, on iki ada, Fener Patrikhanesi ve Kıbrıs sorunu kitapta yer alan en önemli konular olduğu için önsöz de okuyucuya gösterilmiştir. Hatipoğlu’nun bu çalışması 1993’de hazırladığı doktora tezinin daha genişletilmiş son halidir. Adı geçen tez’de 1923-1938 Yılları arasındaki Türk-Yunan ilişkileri incelenmiş olmasına rağmen, aradan geçen zaman yazarın daha geniş ölçüde araştırma fırsatı ve yeni arşiv belgelerine rastlama olanağı vermiştir. Bu sebeple bu eserde 1938’kadar değil de 1954 Kıbrıs sorununa kadar olan dönem incelenmiştir. Ayrıca önsözde yazarın, kendisini cesaretlendire ve çalışmalarına katkıda bulunanlara teşekkürlerini sunduğu bir bölüm de yer almaktadır.
Giriş kısmında Türk-Yunan ilişkilerinin 1923-54 dönemine girmeden önce, geriye dönük bir gönderme yapılmış, böylece taraflar arasındaki sorunların özetle de olsa nelere ve nerelere dayandığı okuyucuya gösterilmiştir.
Eserin birinci bölümünde; Lausanne Barış Antlaşmasını takip eden ilk beş (1923-1928) yılda Türkiye ve Yunanistan’ın ayrı ayrı sorunları ve birbiriyle olan ilişkileri araştırılmıştır. İkinci bölüm; 1928-1934 yıllarını kapsarken iki ülkenin yakınlaşmasına yol açan gelişmeler ve Balkanlar’da işbirliği için atılan ortak adımlar değerlendirilmiştir. Üçüncü bölüm; 1934-1938 Yılları arasında Statüko taraftarı devletler ile Revizyonistler arasında oluşan bloklaşma karşısında iki ülkenin tutumu ve birbirleriyle olan ilişkilerini kapsamaktadır. Dördüncü bölüm İkinci Dünya Savaşı’nın sebepleri ve savaşın çıkışı, savaş karşısında Türkiye ve Yunanistan’ın tutumu ve savaş ertesinde, dünya, Balkanlar ve Türk- Yunan ilişkileri incelenmiştir. Beşinci ve son bölümde ise 1950-1954 yılları arasında Türk-Yunan ilişkilerinde yumuşama ve işbirliğinin sona ermesi ve yaşanan yoğun ilişkiler araştırılmıştır.
Eserde okuyucunun yanılgıya düşmemesi için kitapta yer alan kısaltmalar ayrı bir bölümde verilmiştir. Ayrıca yazar bölüm aralarında değerlendirmeler yaparak okuyucuların öğrendiklerini toparlaması sağlanmıştır. Kitabın sonunda iki adet ek sunulmuştur. Ek I’de; 1921-1928 yılları arasında Türk muhacir ve mültecilerinin erkek ve kadın olarak sayısal dağılımları ve 1921-1928 yılları arasında Türk muhacir ve mültecilerin yerleştirildikleri bölgeler (erkek kadın dağılımına göre) iki ayrı tablo halinde verilmiştir. Ek II’de ise; Türkiye’den muhacir ve mülteci olarak ayrılan Rumlar’ın terk ettikleri bölgelere göre sayıları ve yerleştirildikleri bölgelere göre Rumların erkek-kadın dağılımı tablo halinde gösterilmiştir.
Eserin kaynakça bölümünde yazarın faydalandığı kaynaklar özelliklerine göre; Arşiv belgeleri, yayınlanmış belgeler, resmi yayınlar, inceleme eserleri (kitaplar,makaleler) ve süreli yayınlar olarak tasnif edilmiştir.
KİTAP ÖZETİ
Yunanistan : 1919- 1922 yollarında giriştiği Anadolu Seferinden ağır bir yenilgiyle çıkan Yunanistan, Eleftherios Venizelos’un da iktidardan uzaklaşmasını takiben batılı devletlerin de yardımı kesmesi ile “Venizelosculuk-Konstantincilik” veya “Cumhuriyetçilik-Kralcılık” gibi sürtüşmelerin içine düşmesine sebep olmuştur.
Yunanistan’ın Anadolu da uğradığı ağır bozgunun sonuçları, 1922 Eylülünden itibaren hissedilmiş ve ülke sosyal, siyasi ve askeri bir kaos içine girmişti. Anadolu bozgunundan sonra Yunan siyasi hayatının uzun ve bilinmeyen bir süre için Megali İdea ideolojilerine dayanan dönemi kapanmış oluyordu. Yine bu bozgunun ülkede yarattığı siyasi bunalımlar içinde Kral Konstantin’in tahtı bırakıp kaçması, sorumluların tespiti ve cezalandırılması ve 1909 Gudi Darbesi gibi olaylar yaşanmış ve 1924 de Venizelos’un tekrar Başbakanlığı kabul etmesi ile siyasi ortam bir süre durgunlaşmıştır.
Ülkesinin başına gecen Venizelos Yunan iç politikasının karakteristik çekişmelerinden uzak durmayı bilecek, dikkatini öncelikle dış politika alanına sevk edecektir; ama bu sefer sadece tek bir büyük devlete dayanmaksızın ve bölge dengelerini kollayarak gerekli adımlar atacaktır. Burada Dünyanın genel durumunu göz ardı etmediğini belirtmekte fayda vardır. Çünkü Venizelos, gerek iç gerekse dış siyaset konularında 1910’lı yıllardan beri tecrübe sahibi olan artık ülkesinin çıkarlarının hangi boyutlarda korunabileceğinin bilincinde olan bir politikacıdır.
Yunanistan’ın dış sorunları arasında ilk olarak Ağustos 1923 de ortaya çıkan Yunan-İtalyan Sorunu, 1925 Ekiminde ortaya çıkan Yunanistan-Bulgaristan krizi, Yugoslavya ile “Selanik Limanı Serbest Bölge Sorunu” otaya çıkmıştır.
Türkiye ve Yunanistan arasında ki ilişkiler :
Ahali Mübadelesi ve Etabli Sorunu: Lozan Barış Konferansının bir aşamasında 30 Ocak 1923 de Mübadele Antlaşması imzalanmıştı. Türk ve Rum ahalisinin mübadelesine dair bu antlaşma ve birinci maddesi Türk topraklarına yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk tâbiiyetinde ki kişilerle, Yunan topraklarında sakin bulunmuş müslüman dininden Yunan tâbiiyetindeki kişilerin 1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren zorunlu mübadelesine girişileceğini ön görmekte, ikinci maddede ise Dersaadet Rum ahalisi ve Garbı Trakya’nın müslüman ahalisi mübadele dışında tutulmuştur. Ne vaki, antlaşmanın ikinci maddesinin mübadele komisyonunda görev alan Türk ve Yunanlı temsilcilerce farklı şekillerde yorumlanması “Etabli Sorunu”’nu başlatmıştır.
Türk tarafının kanaatine göre kimlerin İstanbul da 30 Teşrinievvel 1918 tarihinden önce “sakin bulundukları” Türk kanunlarına göre tespit edilmeliydi; Yunan tarafının yaklaşım ve yorumuna göre ise adı geçen mübadele antlaşması Türk veya Yunan kanunlarına bu hususta bir atıf yapmış değildi ve dolayısıyla “etablis” kelimesinin anlamı antlaşma metnine ve ruhuna uygun bir şekilde verilmeliydi. Adalet Divanına giden konu hakkında divan şu mütealayı verdi: Etablis deyimi daimilik vasfını taşır ve bir oturma ile beliren fiili bir durumu ifade eder. İstanbul Rum ahalisinin etablis sayılabilmesi için İstanbul şehrinin 1912 kanun ile tespit edilen belediye sınırları içinde bulunmaları ayrıca oraya ne şekilde olursa olsun 30 Teşrinievvel 1918 tarihinden önce gelmeleri ve daimi olarak oturmak niyetinde bulunmaları gerekmektedir. Adalet divanının verdiği bu karar da Ankara ile Atina arasındaki anlaşmazlığı çözmeye yetmemiştir. 1925 de tarafların mal varlıklarını içeren ve nasıl tanzim ve idare edileceğini tespit eden Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma da çözümü sağlamaya yeterli gelmemiş 1926 da Atina antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmanın imzalanmasında da bazı sorunlar yaşanmıştır. Türklerin sahip oldukları toprak ve mal varlıkları ile Rumların İstanbul’da sahip oldukları emlak ve kurum kuruluşlara ait mallar, dağılım ve mülkiyet bakımından çeşitli zorluklar çıkarmıştır. Bu sırada etabli statüsü içinde kabul edilmemiş kişilerin sınır dışı edilmeleri de Türkiye ve Yunanistan arasında sıcak rüzgarlar estirmiştir. Bu durum 1930’a kadar güncelliğini korumuş, Atina yönetimine Venizelos’un tekrar gelmesi ve ikili görüşmelerin hayatiyet kazanması ile barışçı bir yakınlaşmaya taraf olacaktır.
Mübadele dışı bırakılan etablilerin statüleri:Batı Trakya’daki müslüman Türkler ile İstanbul’daki Ortodoks Rumlar Etabli kabul edilmiş ve bunlara azınlık statüsü tanınmıştır. Bu kanunla Türklerin müslüman olmayan azınlıkları için tanınan haklar, Yunanistan tarafından kendi topraklarında bulunan Müslümanlara tanınmıştır. Böyle açık bir şekilde ifade edilmiş olmasına rağmen, daha etabli sorunu çözülmeden batı Trakya’daki Türkler kötü muamelelere maruz kalmıştır. Bu durumda iki ülkenin arasının zaman zaman gerginleşmesine sebep olmuştur.
Rum-Ortodoks Patrikhanesi Sorunu:İstanbul Rum-Ortodoks Patrikhanesi İstanbul’un fethinden beri Türk yönetiminin hoşgörüsü sayesinde ayakta kalmayı başarabilmiştir. Fakat bu patrikhanenin Osmanlı Devleti’nin güçsüz olduğu dönemde ve milli mücadele esnasında takındığı yıkıcı tutum sonucunda Lozan’da Türklerin bu kurumu sınırları içinde istememesine sebep olmuştur. Fakat Rum azınlığın ve Ortodoks Patrikhanesinin Türkiye dışına çıkarılması büyük Yunan rüyası olan Megali İdea’nın sonu olacaktı. Görüşmelerde patrikhane’nin sadece dini alanda faaliyet göstermesi şartıyla İstanbul’da kalabileceğine karar verilmişken, bu sefer patrikhane mensuplarının, etabli sayılıp sayılmayacakları sorunu ortaya çıktı. IV. Meletios ve Türklüğü ile gurur duyan bir ortodoks olan Papa Efthim arasında yaşanan papalık yarışı, Türk Ortodoks Patrikhanesinin Kayseri’de kurulması ve Meletios’ istifa etmemesi gibi sorunlar yüzünden münasebetler bu dönemde hiç de iyi olmamıştır. Fener patrikhanesi faaliyetleri Türkiye’de laikliği öngören düzenlemelerle beraber gereken sınırları aşamayacak, ancak daha önceleri Moskova Ortodoks Patrikhanesi’nin güdümünde hareket eden diğer kiliselerinde etkisi altıda kalmaya devam edecektir.
II. BÖLÜM
1928-1934 yıllarını ele alan bu bölümde iki ülkenin yakınlaşmasını sağlayan gelişmeler incelenmiştir. Cumhuriyetin kurulmasından 1928 yılına kadar geçen süre içinde Türkiye bir dizi gelişme ve değişmelerden geçerek modern bir görüntüye sahip olmuştur. İngiltere ile 1926’ya kadar yaşanan gergin ilişkiler, Türkiye’nin başta Yunanistan olmak üzere, diğer Balkanlı Devletlerle yakın ve yapıcı ilişkiler içine girmesini geciktirmiş, ancak İngiltere ile pürüzler giderildikten sonradır ki, Ankara içeride olduğu kadar dış politikada da daha etkin ve rahat bir hareket sahası bulabilmiştir. Yunanistan’da ise son yıllarda içinde bulunulan istikrarsızlıktan kurtulabilmek için Venizelos’un tekrar iktidara gelmesi bütün partilerin ileri gelenleri tarafından çare olarak görülüyordu. İktidara tekrar gelen Venizelos, uzun yıllarını yurt dışında geçirmiş, ve artık 64 yaşını idrak etmiş, eskisi gibi ülkesine toprak kazandırmak hırsı olan kişi değildi. Yunan Siyasetinin günlük çekişmelerine aldırmadan bütün dikkatini dış ilişkilere vermekle yetinmekteydi. Beşinci defa Yunanistan Başkanlığına getirilen Venizelos, komşu ülkelerin başkentleriyle yakın ilişkiler içine girmiştir.
Ancak gerek Türkiye’nin gerekse Yunanistan’ın Balkanlar’da şekillendirmeyi tasarladıkları işbirliği ve dayanışma ruhu, zamanın ‘revizyonist’ güçlerince oluşturulan olumsuz atmosfer yüzünden pek de kolay olmamış, en azından bu yolda ikili adımlarla ilerlemeye çalışılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda imzalanan barış antlaşmaları Avrupa diplomasisinin ve bu kıtadaki kuvvetler dengesinin temel unsurlarını teşkil ede gelmiş olan üç imparatorluğun, yani Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Alman İmparatorluğu ve Osmanlı Devleti’nin tarihi misyonlarına son veren birer belge özelliği taşımalarının yanı sıra, Avrupa’da önemli boşluklar da doğurmuştur. Bu antlaşmaların toprak hükümleri, ilk bakışta milliyetler ilkesine göre düzenlenmiş gibi bir intiba bırakmaktaysa da, özellikle doğu Avrupa ve balkanlarda kurulan yeni devletlerin bünyelerinde farklı unsurları barındırdıkları görülmekte idi. Bu durum karşısında kaçınılmaz olarak Balkanlar’da tatmin edilmemiş ihtirasların ve yayılmacı emellerin su yüzüne çıkmasına yol açtı. Bu antlaşmalar sonucunda harita üzerinde düzen yaratmakla kalmış ve milletler arası hayatta istikrarsız ve sallantılı bir ortamın doğmasına sebep olmuştu. Genel olarak Versailles düzeni diye de adlandırılan ve iki dünya savaşı arasındaki milletler arasındaki ilişkileri etkileyen geçici barış döneminde, Tuna ve Balkanlar’daki ülkeler ‘revizyonist’ ve ‘antırevizyonist’ veya ‘statükocü’ olarak ikiye ayrılacaklardır. Buna göre balkan devletleri içinde hem ikinci balkan savaşından hem de Birinci Dünya Savaşından yenik çıkarak yıpranan ve komşularına toprak kaptıran Bulgaristan, bu son barış antlaşmalarının kurduğu düzene karşı en fazla hoşnutsuzluk gösteren ülke olmuştur.
Bulgaristan’da sadece savaş tazminatının getirdiği külfet değil, aynı zamanda Makedonya’ya yönelik Bulgar ihtirası, Bulgaristan’ revizyonist bir kimliğe bürümüş ve ülkenin komşularından soyutlanmasına sebep olmuştur. Sırbistan ve Yunanistan ile Makedonya hususunda kesin hatlarla anlaşmazlık içinde olan Sofya’nın nispeten ılınlı ilişkiler kurduğu tek komşusu Türkiye olmasına rağmen yinede kurulan Trakya Komitesi ile Türkiye’den doğu Trakya’yı talep eden faaliyetlere girişmiştir.
İtalya Birinci dünya Savaşı’nın galiplerinden olmasına rağmen, diğer itilaf devletlerinin Yunanistan’a fazla yakınlık gösterip Anadolu’dan İtalya’ya onun istediği ölçüde toprak vermemesi Roma’yı küskünleştirmiş ve İtalyan kamuoyunun beklentilerini kamçılamıştır. İtalya’nın Arnavutluk vasıtasıyla Balkanlara el atmış olması Yugoslavya ve Yunanistan kadar Oniki Ada’da ki İtalyan varlığından dolayı Türkiye’yi de tedirgin etmiş ve Ankara yönetimi, Roma ile ilişkilerinde daima bir soğukluk yaşamıştır. Bu durum ileride varılacak Balkan Paktı’na da yol açmıştır.
Yukarıda şekillendirilmeye çalışılan “Balkan Tablosu “ çerçevesinde, Türkiye ve Yunanistan arasında aslında hiç beklenmeyen ve çok zor olacağı tahmin edilen bir yakınlaşmaya ve işbirliğine tanık olunacaktır; Balkan Paktı’na varan bu yakınlaşma, diğer anti-revizyonist devletlere de örnek teşkil edecektir.
Balkanlar’da işbirliği için atılan ortak adınlar içinde bir Türk-Yunan yakınlaşması yaşanmıştır. Ahali mübadelesi , etabli ve sorunları bildiğimiz gibi Atina Antlaşması ile çözüme kavuşturulamamış ve iki devletin silahlanmasına ve olayların tehlikeli boyutlara ulaşmasına sebep olmuştu. Ancak özellikle Eleftherios Venizelos’un başa gelmesi ve dış politikada barışçı ve uzlaşmacı bir yol takip etmesi bu sorunların barışçı yollarla çözümlenmesinin daha hayırlı neticeler doğuracağının farkına varılması iki ülkenin yakınlaşmasına sebep olmuştur. Venizelos her türlü fırsatta iki ülke arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi gerektiğini vurgularken, Türkiye üzerinde herhangi bir emellerinin olmadığını vurgulamaya çalışmıştır.
Yunan Başbakanı’nın bu düşünce ve tavırları Türk tarafında da memnunlukla karşılanmıştır. Türkiye’nin Yunan yakınlaşmasına verdiği önem iki ülkenin barış içinde yaşaması isteğinden başka, İtalya’nın doğu Akdeniz’de Türkiye ve Yunanistan’ yanına alarak, üçlü bir ittifak yapmayı planlıyor olmasından da ileri gelmekte idi. Bu doğrultuda İtalya her iki tarafı da yakınlaşma konusunda hızlı davranmaya telkin etmesi kadar bu durumu hızlandıran diğer etken ise iki ülke ileri gelenlerinin gerek özel, gerekse resmi oturumlarda yapmış oldukları konuşmalardır. Karşılıklı gönderilen elçiler ve mektuplarda verilen dostluk mesajları duruma ivme kazandıran önemli faktörlerdir.
Her iki ülkenin izlemekte olduğu dış politika da belli noktalarda benzeşiyordu:Yunanistan eskisi gibi batının bir iki büyük devletine bel bağlamadan, fakat her biri ile dengeli ilişkiler girmek ve orada Doğu Akdenizle ilgilenen uzak veya yakın konumdaki devletlerle dostane temaslarda bulunmak niyetinde idi. Komşu ülkelerle sağlanacak sıkı ilişkilerde onun dış politika beklentileri arasında yer alıyordu. Türkiye’nin tavrı da batılı devletlerle ve özellikle İngiltere ile ilişkileri düzenlemeyi, ayrıca, komşularıyla barış ve dostluk ortamı içinde bölgesinde huzur ve güvenliğin sağlanmasını öngörmekteydi. Her iki devletin de bir taraftan İtalya, bir taraftan da Revizyonist Bulgaristan konularında endişeleri vardı. Bu Türk Yunan işbirliği ve yakınlaşması İngiltere tarafından da memnuniyetle karşılanmıştır. Türkiye’nin bu sayede Sovyet Rusya ile olan orta karar dümen suyu politikası değişebilecek ve yüzünü Batı Avrupa’ya çevirmiş olacaktı. Böylece iki ülke arasındaki son yakınlaşma, sadece ikili sorunların çözümü ile sınırlı kalmamakta, aynı zamanda bunun siyasi sonuçlarını da hedeflemekteydi.
Bu doğrultuda Atina ile onun yapıcı tutumuna aynen karşılık veren Ankara arasında etabli sorununu kökünden çözümleyen antlaşma 10 Haziran 1930 tarihinde imzalandı. Ankara Antlaşması diye bilinen bu antlaşma yaklaşık yedi yıl süren soruna son noktayı koyarken özetle şu esasları içermekte idi: Geldikleri tarih ne olursa olsun mübadele dışı bırakılmış olan İstanbul’daki Rumlar ve Batı Trakya’daki müslüman Türkler “etabli”sayılmıştır. Mübadil Müslümanların Yunanistan’da bıraktıkları menkul ve gayri menkul malların tam mülkiyeti Yunan Hükümetine, mübadil Rumlar’ın Türkiye’de bıraktıkları menkul ve gayri menkul malların tüm mülkiyeti Türk Hükümetine bırakılmıştır. Türk ve Yunan hükümetleri emlak sahiplerini tatmin için verilmesi gereken para miktarları da bu antlaşmada belirlenmiştir.
Bu sorunun böyle barışçı ve başarılı çözümlenmesinden sonra Venizelos’un Ankara’yı ziyareti esnasında Türk-Yunan Dostluk, Bitaraflık, Uzlaşma ve Hakem muahedesi imzalanmış(30 Ekim 1930), daha sonra da İkamet, Ticaret ve Seyrüsefain Muahedeleri imzalanmış ve iki ülke arasında dostluk daha da pekiştirilmiştir. Türkiye, Lozan Barış Antlaşması’nın ilgili hükümleri sonucunda Trakya ve boğazlar yoluyla Akdeniz’e uzanan kıyı şeridi boyunca demilitarize edilmiş bölgelere sahipti. Bu durum onu İtalya’nın elinde bulunan oniki ada sebebiyle Roma’dan gelebilecek tehditlere karşı daha hassa davranmaya itiyordu. Trakya nın askersizleştirilmiş olması Bulgaristan’ın bu bölgede girişebileceği hareket ihtimali çerçevesinde Türkiye’yi huzursuz eden unsurlar arasındaydı. Benzer endişeler, Yunanistan da da mevcut idi; bir kere ekonomisini deniz ticaretine dayanmak zorunda olan Yunanistan’ın Akdeniz ve Batıda Adriatik’e bakan uzun bir kıyı şeridi vardı. Hem ithalatını hem ihracatını deniz yoluyla gerçekleştiren Yunanlılar için de bir tehdit unsuru oluşturan İtalya ile uzlaşma yolları aramak ve “ potansiyel saldırganla önceden antlaşmak” gibi bir ara formüle baş vurmak zamanının konjonktürü gereği idi. Sofya yönetimi, bir kısmı Yunanistan da kalan Makedonya konusunda hiç de dostane davranmakta ayrıca kendisine Ege Denizine açılabileceği kalıcı bir yer aramaktaydı.
Balkanlarda bu sorunlar yaşanırken Türkiye ve Yunanistan’ın iyi ilişkilileri diğer Balkan Devletleriyle de ikili ilişkilerin yaşanmasına yol açmıştır. Balkan paktının kurulması için adım adım yakınlaşmalar başlamıştır. Bu amaç doğrultusunda toplanan Balkan Konferansları 9 Şubat 1934 tarihinde Türkiye, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Balkan Antlaşma Paktı imzalanmıştır. Balkan Konferansları sırasında yaşanan ilginç bir olayı aktaracak olursak: Yunan Başbakanı Venizelos’un M. Kemal Atatürk’ü 1934 Nobel Barış ödülüne aday göstermesidir.
III. BÖLÜM
1934 ve 1938 arasının incelendiği bu bölümde statüko taraftarı devletler ile revisyonistler arasında oluşan bloklaşmalar karşısında Türkiye ve Yunanistan ele alınmıştır.
1930’lu yılların ortasında Balkan Paktına katılan ülkeler, kendi sınırlarını güvence altına almışlar revizyonist devletlere karşı birleşmeyi taahhüt etmişlerdi. Ne var ki bu pakt kısa bir süre sonra özellikle Orta Avrupa da ki gelişmelerin etkisiyle, zayıflamaya başlamıştır. Almanya’nın Versailles sistemine karşı başlattığı mücadele, Hitler’in ilk başlarda ki atılgan sonraları saldırgan tutumu karşısında Berlin’in siyasi ve ekonomik nüfusu Doğu ve Güneydoğu Avrupa’yı etkisi altına almıştır.
Balkan paktını sarsan belli başlı olaylara kısaca bir göz atmak gerekirse; Balkan Anlaşma Paktına önemli ölçüde destek vermiş olan Yugoslavya’nın kralı Alexander’in 1934’de Marsilya’da öldürülmesi, İtalya’nın Milletler Cemiyetinin bütün çabalarına rağmen Habeşistan’ı işgal ve ilhak etmesi, Almanya’nın Ren bölgesini yeniden askerleştirmesi, pakt üyesi Yugoslavya’nın revizyonist Sofya ile 1937 yılı başlarında anlaşma yapması sayılabilir.
Ankara ve Atina ise bu gelişmeler yaşanırken yine birbirlerine destek vermeye devam etmişlerdir. Montreux Boğazlar Konferansı diye anılan uluslar arası toplantıda, Türk Boğazlarının statüsü tartışılmış ve Lozan’da konan hükümler değiştirilmiştir. 1923 Boğazlar Sözleşmesiyle Boğazların güvenliği için verilmiş kollektif garanti işlemez hale geldiğinden Türkiye’nin güvenliği, savunması ve egemenlik haklarının korunabilmesi bakımından, statünün değiştirilmesi ve bölgenin tekrar askerleştirilmesi konusunda Türkiye’nin verdiği nota Yunan hükümeti tarafından da kabul edilmiş ve haklı bulunmuştur. Sadece İtalya katılmadığı bu konferans da; Türk boğazlarının tamamıyla Türkiye’nin denetimi ve idaresi altına geçmesi hakkında kararlar alınmıştır.
Bu gelişmelerden sonra Atatürk ve General Metaksas arasında yaşanan karşılıklı ziyaretler de iki ülkenin ilişkilerinin gelişmesine vesile olmuştur. Yunanistan aynı dönemde iç sıkıntılar yaşıyor olmasına ve metaksas’ın 1936 yılında diktatörlüğü ilan ederek başa geçmiş olması bile o dönemde yaşanan dostluğa sekte vurmamıştır. Karşılıklı ziyaretler sonucunda 1938 yılında yeni bir Türk Yunan Antlaşması imzalanmıştır. Atina’yı ziyaret eden Türk Başvekili Celal Bayar ve Metaksas arasında imzalanan bu antlaşmaya göre; Ankara ile Atina, 1930 ve 1933 belgelerini teyit etmekle beraber, sürelerinin uzatılmasına ve bağlayıcı hükümlerinin kuvvetlenmesine karar vermekte, taraflardan birinin karşılaşabileceği bir savaş halinde, ötekinin tarafsızlık ve hayırhaha ne bir zihniyet ve itina ile durumu değerlendirmesi öngörülüyordu.
Böylece, Avrupa çıkışlı yeni ve olumsuz dengeler yüzünden, büyük ölçüde sarsılan Balkan Paktı zedelenip önemini kaybederken, Türkiye ve Yunanistan’ın aralarında daha sıkı bir işbirliğine yöneldikleri görülmekteydi. Ne var ki, bir yıl sonra 1 Eylül 1939’da başlayacak olan İkinci dünya Savaşı ve onu takip eden yıllar, yepyeni bir bölge ve dünya düzeni getirecekti.
IV. BÖLÜM
İkinci dünya Savaşı ve ertesinde Türkiye ve Yunanistan’ın durumunun incelendiği bu bölümde ilk önce savaşı hazırlayan sebepler ve savaşın başlaması ele alınmıştır. Bu savaş büyük ölçüde Birinci dünya Savaşı’nın sonunda varılan ve galip devletlerin mağlup devletlere dayattığı bir dizi barış antlaşmasının yarattığı memnuniyetsizlikten dolayı patlak vermiştir. Bu antlaşmalar sadece harita üzerinde bir düzen yaratmakla kalmış, milletlerarası ilişkilerde istikrarsız ve sallantılı bir dönemin başlamasına yol açmış, böylece 1930’dan itibaren meydana gelen olaylar dünyayı ikinci bir savaşa sürüklemiştir. Avrupa da ki gelişmeler 1936 ihtiyarîyle netleşmeye başlamıştı. Almanya’nın izlediği revizyonist politikaya paralel olarak İtalya da 1936 Mayısın da Habeşistan’ı ilhak ve işgal etmiş ve ardından Arnavutluk’a göz dikmişti.1939 yılında iyiden iyiye büyük fırtınaların sinyallerini veriyordu. Almanya Çekoslovakya’yı tamamen işgal etti ve Litvanya’nın Memel bölgesini topraklarına kattı. Bir süre sonra İtalya Arnavutluğu işgal etti. Rus Alman Paktı gerçekleşmeyince Hitler de politikasını değiştirdi. Polonya toprakları Hitler tarafından işgal edildi. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa Eylül 1939’da Almanya’ya savaş açtı. Böylelikle İkinci Dünya Savaşı başlamış oldu.
Türkiye’nin aynı tarihlerde dış politika gündemini Hatay oluşturmaktaydı. Hatay’ın önce bağımsız bir devlet olması ve daha sonra Fransa ile imzalanan bir antlaşma ile Hatay’ın Türkiye’ye katılması başarıyla sonuçlanmıştır. İkinci Dünya Savaşında Türkiye, tarafsız , harp harici bir politika izlemiş ender ülkelerdendir. Ülkenin stratejik özelliklerinden dolayı savaş boyunca gerek müttefikler, gerekse Mihver devletleri Ankara’yı kendi saflarına çekebilmek ve çatışmaya sokabilmek için yoğun çaba harcamışlar, ancak aydan aya, günden güne değişen konjonktüre göre denge veya karşı denge oluşturarak savaşın dışında kalmayı başarabilmiştir.
Yunanistan’ın da ilk başlarda izlediği politika Türkiye gibi tarafsız kalmak doğrultusunda idi. Fakat Yunanistan önce İtalya’nın, sonra Almanya ve Bulgaristan’ın saldırısına uğramış ve ülke 1944 sonlarına kadar işgal altında kalmıştır. Bu süre içerisinde Türkiye, Yunanistan’a özellikle İnsani yardımlarda bulunmuş ve yunan halkının işgal ortamında çektiği sıkıntıların hafifletilmesi için savaş şartlarında yapılabilecekleri yapmaya çalışmıştır. Yunanistan’ın yabancı işgaline girdiği bu sıralarda, Türkiye bundan faydalanma yoluna gitmemiştir. Savaş sonunda da Oniki Adanın Yunanistan’a verilmesinde herhangi bir olumsuzluk sergilememiştir. Yunan iç savaşının yaşandığı sıralarda ise bölgenin karışıklığından yararlanıp Batı Trakya ile ilgili hiçbir girişimde bulunmamıştır. Her durumda Yunanistan’ın toprak bütünlüğüne saygı göstermiştir. Savaş öncesinde ve savaş sırasında gerek 1930’lu yıllarda olan yakınlaşmalar gerekse 1934 Balkan Paktına aykırı davranışlar olmasa bile savaş sonunda ortaya çıkan, fakat resmi boyuta yansımayan Ege Adaları konusu gündeme gelmeye başlamıştır.
İkinci Dünya Savaşından sonra dünya üzerinde değişen güç dengeleri ile ortaya iki “Süper Güç” denilebilecek devlet çıktı. Amerika ve Sovyet Rusya dünya dengelerini elinde tutan devletler haline gelirken İngiltere bu statüsünü kaybetti. Sovyet Rusya’nın o dönemde Türkiye üzerinde ülkeyi zor duruma sokacak politikalar izlemesi Türkiye’de büyük gerginliklerin yaşanmasına sebep olmuştur. Boğazlar hakkında yeniden ve Rusya’nın çıkarlarına uygun düzenlemeler yapılması hususunda yapılan baskılar Türkiye’nin kararlı tutumu sayesinde önlenebilmiştir. Fakat bu dönem Türkiye için de siyasi çalkantıların yoğun olarak yaşandığı bir dönem olmuştur. Cumhuriyet Halk Partisinin bünyesinden çıkarak kurulan Demokrat Parti siyasi hayatta hızla yerini almıştı. Bu gelişmeler Türkiye’nin iç ve dış politika açısından önemli bir kavşaktan geçtiğinin işaretidir.
İkinci Dünya Savaşından sonra A.B.D.’nin aktif olarak devrede kalmasında İngiltere’nin önemli rolü olmuştu. Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikaları karşısında A.B.D. tarafından Truman Doktirini ve Marshall Planı diye anılan iki girişim söz konusu oldu. Truman Doktrinin de Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasının Ortadoğu’nun korunması için gerekli olduğu ve Türkiye ve Yunanistan’ın şartlarının birbirine bağlılığı dile getirilmiş ve Yunanistan’ın silahlı bir azınlığın eline düşmesi halinde bunun, komşusu Türkiye için tehlikeli sonuçlar doğurabileceği ve böyle bir karışıklığında orta doğuya sıçrayabileceği ifade edilmiştir. Bu askeri nitelikli doktrinin kabul edilmesinden sonra Avrupa ülkelerinin savaş sonrası ekonomik sıkıntılarına çözüm olması fikriyle Marshall Planı diye anılan bir ekonomik program geliştirildi. Moskova A.B.D.’nin geliştirdiği programlar karşısında telaşlanmış ve ortaya çıkan durunda aralarında Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Polonya, Çekoslovakya, Fransa ve İtalya Komünist Partilerinin de bulunduğu toplantıda Cominform adıyla yeni bir oluşum hayata geçirildi. Amaç ise ABD’nin temsil ettiği emperyalizme karşı mücadele edilmesi ve bütün dünyayı kapsayacak olan bir Sovyetler Birliği’nin kurulması öngörülmüştü. Böylece dünya iki ayrı bloğa ayrılmıştır. Bu gelişmelerden sonra 4 Nisan 1949’da NATO’nun kurulması ile milletler, demokrasi ilkeleri ile kişi hürriyetleri ve hukuk üstünlüğüne dayanan hürriyetlerini ve ortak savunmalarını barış ve güvenlik içinde koruması için birleşmişlerdir.
Yunan kamu oyu her ne kadar, savaş sırasında Türkiye’nin yardımına müteşekkir kalmışsa da, 1947’de Oniki Ada’nın kendilerine verilmesi aşamasında Gökçeada ve Bozcaada’nın da diğer adalar gibi Yunanistan’a terki için gösteriler düzenlemekten geri durmamış, zamanın Kral naibi Damaskinos ise, İngiliz Başbakanı Winston Churchill’e “İstanbul üzerindeki eski Yunan isteklerini” hatırlatabilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Fener Patrikhanesi, Stalin’in Moskova Patrikliği’ni aktif hale getirme girişimleriyle beraber, uluslar arası bir sorun niteliği kazanmak üzereyken, araya ABD’nin girmesiyle nispeten “yumuşak” bir geçişle gündemden düşürülebilmiştir. Ancak bu konuda şunu da eklemekte yarar vardır: ABD’nin önayak olduğu ve Athinagoras’ın resmi aday gösterilmesini sağlayan girişim, bir bakıma Patrikhanenin Lausanne sistemi çercevesinde “mahallileşme” sürecini olduğu kadar, sistemin öngördüğü ve patrik adaylarının “yerli” olması gerektiği ilkesi zedelenmiş Alelacele Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapılan Athinagoras’ın, ilk aşamada Türk yetkilileri ve basın çevrelerince “sadık Türk dostu” olarak anılıp tanıtılması, kendisinin de saygınlık uyandıran jestlerde bulunması sonucunda, Heybeli Ada Ruhban Okulu’nun faaliyetleri artırılmış, Patrikhane’nin mal varlığı, Balıklı Vakfı dahil tamamen kendi tasarrufuna bırakılmış; 1926’dan beri yayınlanmakta olan Orthodhoksia adlı resmi Patrikhane dergisine ayrıca Apostolos Andhreas adlı haftalık bir yayın organı daha katılmıştır.
ABD’nin olduğu kadar İngiltere’nin de siyaseten tercih ettiği Athinagoras, Kuzey Amerika Kilisesiyle Cunterburry ve York Başpiskoposlukları’nın da onayladığı bir kişiydi. Patriklik görevini üstlenmek için ABD’den Başkan Truman’ın özel bir uçağıyla gönderilmiş olmasın ise, olup bitenlerin siyasi rengini pekiştirmekteydi.
Türk-Yunan ilişkilerinin, özellikle Sovyet tehdidi karşısında yakınlaşma ve işbirliğine yönelik girişimlerle beslendiği bu dönemde, Türkiye Cumhuriyeti bu atmosfere bütün içtenliği ile katkıda bulunmuştur. Atina ise, bir taraftan Ankara’yla iyi ilişkiler sürdürürken, bir taraftan da Kıbrıs konusunda “Enosis” girişimlerinden geri durmayacaklardır.
V. BÖLÜM
1950-1954 yılları arası Türkiye ve Yunanistan ilişkilerinde yumuşama ve işbirliğinin son demleri görülmüştür. 1949 da NATO’nun kurulmasıyla ABD güdümlü ve dünya ölçeğinde bir savunma örgütü de hayata geçirilmiş ve Sovyet yayılmacılığı durdurulabilmişti. NATO’nun kurulmasında Türkiye ve Yunanistan bu örgütün dışında bırakılmıştı. Fakat ikinci Dünya Savaşından hemen sonra dünya çapımda endişe ve yankı uyandıran Kore Savaşı patlak verdi. Bundan sonra Türkiye ve Yunanistan açısından olaylar hızla gelişmiştir. Birleşmiş Milletlerin çağrısıyla Kore’ye gönderilmesi öngörülen uluslar arası askeri güçte Türk ve Yunan hükümetleri de yer almışlardır. Bu gelişmeden sonra 1952 Şubatında Ankara ve Atina’nın NATO’ya üyelikleri de onaylanmıştır.
1952 yılı Türk-Yunan ilişkilerinde yüklü bir takvimi gözler önüne serer. Yunanistan’ın son altı yedi yıldan beri Kıbrıs’la yakından ilgilenmeye başlayıp, adanın “Enosis” yoluyla kendisine bağlanmasını sağlamak üzere, İngiltere’nin Dünya Savaşı’nın ertesinde düştüğü zor durumdan da faydalanarak, Kıbrıs’lı Rumlarla çeşitli kombinezonlar geliştirip, özellikle 10 Şubat 1947’de Oniki Ada’nın da kendisine verilmesini izleyen kısa zaman içinde yeniden”Megali İdea” hevesine kapılarak 28 Şubat 1947’de parlamentosunda bu görüşü oy birliği ile karara bağlamıştır. Buna karşılık Türkiye bütün bu gelişmelere rağmen resmi ağızlardan sürekli olarak 1950 Ocak ayından itibaren “Kıbrıs sorunu diye bir şey yoktur”. Şeklinde tavır sergileyip bu konunun Türk-Yunan dostluğu çerçevesinde çözümlenebileceğini söylemesi Atina’yı Kıbrıs konusunda daha da cesaretlendirmiştir. Bu dönem de Türkiye ve Yunanistan arasında en üst düzeyde yöneticilerin karşılıklı ziyaretleri söz konusu idi. Bu ziyaretler esnasında “Daimi Türk-Yunan Karma Komisyonu” kurulmuştur. Bu komisyon iki ülkenin ortak çıkarları doğrultusunda çalışmalar yapacak, o arada ticari ilişkilerin geliştirilmesine ve Ege deki Yunan Adaları ile Türk karasuları arasındaki alanlarda ortak Balıkçılık faaliyetlerinin geliştirilmesine ve karşılıklı olarak vize uygulamasının kaldırılmasına ve gümrük birliği kurulmasına çalışacaktı. Yunan Kralı Paulos ve Celal Bayar arasındaki karşılıklı ziyaretlerin yankıları oldukça olumlu idi. Bu ziyaretler Türk ve Yunan basının da ilişkilerin geliştirilmesi yönün de yapılan önemli adımlar olarak nitelendirilmiştir.
Her ne kadar görüşmeler ve ziyaretler olumlu ide de Yunan hükümetinin, bütün ülkelerden ve Kıbrıs Adası’ndan, Kıbrıs Meselesi’nin Birleşmiş Milletler,in gelecek toplantısına aksettirilmesini isteyen telgraflar aldığı basında çıkan önemli haberlerdendir. Yunan Kralı Paulos’un Türkiye’yi ziyaretinden beş gün sonra Kıbrıs’lı başpiskopos üçüncü Makarios Atina hükümetinden olumlu bir cevap temin etmek gayesi ile siyasi şahsiyetlerle görüşmelere başlamıştı. Atina kamuoyu Kıbrıs’ı bir mesele haline getirmeye çabalarken Yunanistan da ikinci Dünya Savaşından beri dördüncü kez genel seçimler yapılmış ve ABD’nin doğrudan siyasi tavsiyesi üzerine dümen suyunda hareket edecek bir hükümetin iş başına gelmesi için Mareşal Papagos seçimleri kazanmıştır. Papagos muhafazakâr, monarşist, anti-komünist ve ABD ile işbirliğine hazır bir şahsiyet idi. Papagos’un iş başında bulunmaları Sovyet unsurunun bu ülkeler üzerinde eskisi kadar rahat nüfus arayışına cesaret etmesine de izin vermemekteydi. Türkiye ve Yunanistan’ın dış politika arayışları, sıkı sıkıya Batıya bağlanmak şeklinde ifade bulurken, Batılıların kurduğu bütün siyasi, askeri ve ekonomik kuruluşlara katılmayı da kendilerine amaç edinmişlerdir. özellikle Ankara NATO’ya üye olduktan sonra bütün milletler arası olayları, dünya veya bölge ölçeğinde olsun, bu örgüt perspektifinden değerlendirme eğiliminde idi. Öyle ki, Türkiye’nin dış politikasını yönetenler, Kuzey Atlantik Paktı Antlaşması’nı Türkiye için bir “milli politika” olarak görüyorlardı.
1948’de Cominform’dan ayrılan Yugoslavya’nın güvenliği gerekçesiyle ve komünist bir ülkenin, Sovyet nüfusundan iyice uzaklaştırılıp, Türkiye ve Yunanistan gibi iki NATO üyesi devletin yanında yer almasını sağlamak üzere ABD tarafından öngörülen yakınlaşma Ankara, Atina ve Belgrad arasında 1950’li yılların başında gündeme gelmiştir. Bu amaç doğrultusunda 28 Şubat 1953 yılında Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Ankara’da bir Dostluk ve işbirliği Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile; taraflar birbirlerinin aleyhinde olan veya çıkarlarına aykırı düşecek hiçbir harekete katılmamayı taahhüt etmişlerdi. 1953 yılı boyunca Türkiye her türlü olumsuzluğa ve Yunanistan’ın İngiliz Hükümeti nezdinde girişimlerde bulunup, Kıbrıs’ın kendisine tekini istiyor olmasına rağmen, Balkan Paktı’nın oluşturulmasında büyük çaba harcamıştır. Böylece 9 Ağustos 1954 tarihinde bir Balkan İttifakı Antlaşması yapıldı. Bled Bölgesi esas alınarak, bölgesel bir savunmayı öngörmekte olup, siyasal işbirliği ve yardımlaşmayı da kapsayan bu antlaşma, 20 yıl süre için yapılmıştır. Yine bu antlaşmaya göre taraflar herhangi birine veya diğerlerine yönelecek bir saldırıya karşı kollektif bir savunma oluşturulacaktı.
Buna rağmen, daha Balkan İttifakı Antlaşmasının Mürekkebi kurumadan, 16 Ağustos 1954’ de Yunanistan “Kıbrıs’ta self determinasyon hakkı” için Birleşmiş milletlere başvuruda bulundu. Bundan bir yıl sonra da Belgrad Yönetimi, Stalin’in ölümünden sonda yerine geçen Krusçov’un geçmesi ve daha ılımlı bir politika takip etmesi üzerine, Sovyetler Birliğine yakınlaşmaya başlamıştı. Ankara ise, çabalarının boşa gittiğini görmezden gelircesine, ilginç tavırlar sergiliyordu. Hükümet, Yunanistan’ın Kıbrıs için Birleşmiş Milletlere başvurması karşısında, tam anlamıyla hazırlıksız ve çaresiz iken , diğer tarafta Papagos Hükümeti, kararlılıkla Londra’dan Kıbrıs’ın en geç 22 Ağustos 1954’e kadar teslim edilmesini istiyordu. Yunanistan’ın bu başvurusu duyulunca Türk Yetkililer Yunanistan’ı uyarmışlardır. Dönemin dışişleri Bakanı Fuat Köprülü Yunan meslektaşına gönderdiği notada adeta böyle bir sorunun yaratılmaması için yalvarmış ve eğer bu girişimlerinde kararlı olurlarsa, bütün Türkiye’nin önlerine dimdik ve tek vücut olarak çıka cağını belirtmiştir. Buna karşılık Papagos Kıbrıs Sorunu çözüme ulaşırsa, iki ülkenin ilişkilerinin bundan zarar görmeyeceğini savunmuştur.
16 Ağustos tarihli bu girişime, İngiltere tarafından karşı çıkılmıştır. Bu girişimle esas amacın, bilinen anlamda bir “kendi geleceğini tayin hakkından öte, ada’nın bir devletin egemenliğinden alınıp diğerinin egemenliğine devrinin söz konusu olduğunu ifade etmiştir. Türkiye de Kıbrıs Türkleri için aynı hakkı isteyince, Yunanistan’ın her tarafında gösteriler ve toplantılar yapılmaya başlanmış ve 20-21 Ağustos 1954’de Atina radyosu, her iki dakikada bir “Kıbrıs mücadelesi başladı, kurtuluş saati yaklaşıyor” şeklinde anonslar yapmaya başlamıştır. 24 Eylül 1954’de yapılan uzun ve hararetli tartışmalardan sonra Yunanistan’ın teklifi Birleşmiş Milletlerde gündeme alınmış ve ancak 17 Aralık 1954’deki oturumda Genel Kurul “şimdilik” kaydıyla konunun görüşülmemesine karar verdi.
Bu gelişmelerden sonra Ocak 1955’de, Başpiskopos Makarios ve Yorgo Grivas adındaki “adadaki Rumların gerilla hareketini” üstlenen kişi EOKA (Kıbrıslı Savaşçıların Milli Örgütü) adlı terör örgütünü kurarak, Kıbrıslı Türklerin katline başlamışlardır. Bu tarihte başlamak üzere Türk Yunan ilişkilerini altüst eden gelişmeler yaşanmaya başlanmıştır.
SONUÇ:
Lozan Barış Antlaşmasıyla Türk Yunan ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştı. Her ne kadar 1928-30 yıllarına kadar, ahali mübadelesi ve etabli sorunları yaşanmışsa da 1930 ve onu izleyen yıllarda iki ülke arasında dostluk süreci yaşanmıştır. Bu süreç tarihte ilk defa yaşanmış ve Atatürk ve Venizelos’un sağduyulu yaklaşımları sayesinde gerçekleşmiştir. Bu dönemde iki ülkenin birbirine yakınlaşması kadar diğer Balkan Ülkelerinde yaşanmış olan dostluk için de önemlidir.
Türkiye gerek Yunanistan ile gerekse diğer Balkan Devletleriyle dostluğu korumak için büyük çabalar harcamıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında bile Yunanistan’ın kötü durumundan faydalanmamış, bu ülkeye özellikle insani yardım olmak üzere bir çok yardımlarda da bulunmuştur. Buna karşılık Yunanistan aynı duyarlı tutumu göstermek yerine, savaştan ve iç karışıklıklarından kurtulur kurtulmaz, Kıbrıs’a göz dikebilmiştir. Oniki adanın da Paris Barış Konferansında, haksız nedenlerle ve büyük devletlerin desteğiyle Yunanistan’a verilmesi gibi gelişmeler Yunanistan’ı yeniden umutlandırmaya başlamış ve ‘enosisçi ve Megali idea hevesiyle harekete geçmişlerdir.
Bütün bu gelişmeler sonrasında görülen odur ki; Yunanistan her zaman ve her zeminde milli sınırlarının dışına taşmaya müsait bir devlettir. Yunanistan ile kurulacak ilişkilerde iki devlet ilişkilerinin tarihi seyri ve gelişimi iyi incelenmelidir. Ayrıca Atina’nın komşularıyla iyi ilişkiler kurabilmesi için bünyesinde yaşayan, Batı Trakya Türk Azınlığa ve Makedon Azınlığa dil, din ve ırk ayrımından vazgeçmesi gerekmektedir. Devletlerin komşu seçmek gibi bir lüksü olmadığından, Atina’nın Ankara ile kriz, gerginlik ve düşmanlıktan uzak bir gelecek paylaşması yönünde atacağı en önemli adım resmi açıklamalarla ‘enosis ve megali idea’dan vazgeçtiklerini dünyaya ve Türkiye’ye duyurmaları gerekmektedir.
Hazırlayan: Nesrin Çelik